Zihni Doğuran Yabandı – Matthew Gindhin

Bir gün bir keşiş, Zen Ustası Changsha Jingcen’e sormuş; ‘Dağları, nehirleri ve koca yeryüzünü nasıl kendiyle bir kılar insan?”
Changsha şöyle cevap vermiş; ‘Kendini nasıl dağlar, nehirler ve koca yeryüzüyle bir kılar insan?’
—“Vadi Sesleri, Dağ Renkleri” Dogen Zenji,
Derin kökleri ve çiçek açan dalları, bizim icadımız olan şehirlerde değil de doğanın zorlu ama öğretici bağrında gelişen zihni doğuran yabandı. Belki Buddha’nın kendi iç ayarlarını dengelemek üzere doğaya gitmeyi tercih etmesi de bu yüzdendir. Vaftizci Yahya ve İsa yeniden doğmak istediklerinde şehrin dışındaki bir nehre girmeyi belki de bu yüzden tercih etmişlerdi. Belki bu yüzden bin yıldır Hindistan’da insanlar insanlıklarını yeniden tahayyül etmek istediklerinde kıyafetlerini kısmen ya da bütünüyle atıp ormana dalmakta.
Japonya’da Soto Zen okulunun kurucusu olan Buddhacı ortaçağ filozofu Dogen Zenji’nin sıkça başvurulan özlü sözünde “Buddha yolunu çalışmak benliği çalışmaktır,” denir. “Benliği çalışmak benliği unutmaktır. Benliği unutmaksa on bin tür tarafından tecrübe edilmek demektir.”
On bin tür tarafından tecrübe edilmek için kişinin, aradan çıkıp o türleri oluşuna bırakması ve onlardan öğrenmesi gerek. Bu uyanışın Sebt günüdür, insan yaratmayı bırakır ve yaratılmışlara uyumlanmaya başlar. Kendi insanlık örgümüzü çözeriz ve bu örgünün nasıl da her şeyin kesişimi sayesinde dokunduğunu görürüz. Dogen’in dediği gibi, “Uyanış, on bin türün öne çıkıp da kendilerini sende tecrübe etmesidir.”
Pek çok büyük Buddhacı bilge gibi Dogen de yabanın kıyısında yaşıyor, el değmemiş doğayla halen ilişki kurulabilecek şekilde medeniyetin sınırında manastırlar kuruyordu. Geleneksel olarak, ciddi meditasyon uygulamalarının yapıldığı Buddhacı manastırlar, ömrünün çoğunu Hindistan’ın giderek büyüyen şehir yaşamından uzakta, ağaçların ve hayvanların arasında geçiren Buddha’yı örnek alacak şekilde yabanın yakınında yer alır. Benim de keşiş cübbemi giydiğim Tayland Orman Geleneği (Kammatthana), thudong olarak adlandırılan ormanda yabanıl yaşam pratiğine büyük önem verir ve bu geleneğin büyük ermişleri genelde Güneybatı Asya’nın balta girmemiş ormanlarının derinliklerinde vahşi filler ve kaplanların arasında, dört bir yanı saran bitki örtüsü ve böceklerin yoldaşlığında manevi uyanışa ulaşmıştır.
Dogen, yukarıda da alıntıladığımız Vadi Sesleri, Dağ Renkleri metninde “Bilin ki vadi sesleri ve dağ renkleri olmaksızın [Shakyamuni Buddha’nın] çiçek çevirmesi ve [Huike’nin] Zen’in iliğini alması da mümkün olmazdı,” der. “Vadi sesleri ve dağ renklerinin kudreti sayesinde Buddha koca yeryüzü ve duyarlı varlıklarla beraberce ve onlarla eşzamanlı olarak yola erişir ve sabah yıldızını gören sayısız Buddha uyanışa erer.”
Bu yoruma göre, Buddhacıların yabanı korumak için “bencilce” bir nedenleri var denebilir. İnsanlığımız ve uyanışımız buna bağlıdır. Bu nedenle Tayland’da ve diğer Buddhacı ülkelerde keşişler manastır arazisi dâhilindeki yaban alanlarını korumaya çalışır.
Elbette yabanı koruma gerekçelerimiz meditasyon yapacak bir alana sahip olmanın çok ötesine uzanır. Bir süredir biliyoruz ki, kendimizi doğanın döngülerinden ayırarak sorumluluğumuzu göz ardı etmemiz, en iyi ihtimalle, ancak kısa vadede iyi sonuçlar verebilir. Tamamen insan faaliyetleriyle tetiklenen bir olay olan altıncı kitlesel yok oluşun ortasında olduğumuz gerçeği bugün bilimsel topluluk içerisinde yaygın kabul görüyor. Yaşam biçimimiz nedeniyle dünyadaki biyoçeşitliliğin büyük kısmının daha şimdiden yok olduğu ve daha da fazlasının yok olacağı aşikâr.
Dünya Yaban Hayat Vakfı’nın 2018 yılında yayınlanan Canlı Gezegen Endeksi’ne göre 1970 yılından 2014 yılında dek memeli, kuş, sürüngen, amfibi ve balık popülasyonlarında toplam yüzde 60’a varan bir düşüş söz konusu. Biological Conservation dergisinde yayınlanan daha yakın tarihli bir başka rapora göre ise böcek türlerinin yüzde 40’ından fazlasında bir popülasyon düşüşü gözlemleniyor ve bunların üçte biri tehlike altında sayılıyor ki raporu kaleme alanlar bunun “doğadaki ekosistemlerde felaket niteliğinde bir çöküş” riski barındırdığını söylüyor. Hakemli bir dergi olan Proceedings of the National Academy of Sciences’da 2017’de biyoçeşitlilik kaybına ilişkin yayınlanan bir rapordaysa biliminsanları soğukkanlı taklidi yapmayı hepten bırakarak “insan uygarlığının temellerine yönelik korkutucu bir saldırı” sayılabilecek “biyolojik kırım”a dair bizleri uyarıyordu. Bu rapor yayınlandığından beriyse işler iyiye değil, aksine kötüye gitti.
Yaban hayatın katledildiği ama insan uygarlığının devam edeceği teknolojik tamirata ve adaptasyona dayalı gelecek fantezileri sadece fanteziden ibaret olabilir. Belki de değildir. Belki de bildiğimiz haliyle yaşamın bir kalıntısı kendini korumayı başarabilir. Ancak bu gerçekleşirse, büyük ölçüde yitirilmiş bir yaban hayatın ortasında, kökten dönüşüme uğramış bir Yeryüzü’nde olacaktır. Çökmekte olan ekosistemlere ilişkin duymamız gereken varoluşsal kaygının yanı sıra Buddhacılar olarak bizlerin manevi esenliğinin, halen yabanıllığını ve çeşitliliğini koruyan bir doğa içerisinde çocuklarımızın manevi esenliğine de kökten bağlı olduğunu gözden kaçırmak aptalca hatta ülkülerimiz açısından onulmaz olacaktır.
Geleneğimiz insanın uyanışa her yerde erebileceğini söylüyor ve bundan hiç kuşkum yok. Büyük Buddhacı şair T’ao Ch’ien (373–427) şöyle yazmıştı:
İnsanlar arasında bir ev kurup da
Atla arabanın gürültüsünü işitmemek:
Hiç mümkün mü böyle şey?
Zihin boşanınca bağlarından, durulur mekân da.
Ancak yaban sadece pratik yapmak için bir mekân değildir. Aynı zamanda bir öğretmendir. Bunun nedeni bir bakıma yabanın, doğası gereği, zihnin klasik Budhhacı erdemleri sayılan farkındalık (sati), gözleme dayalı değerlendirme (sampajanna) ve sezi (panna) yetilerini gerektirmesidir. Patikalar, yer işaretleri, hava durumu, hayvan izleri ve davranışları, güç algılanan sesler – hayatta kalmak için bunların hepsine dikkatini vermen gerekir. Hayvanların duyarlılığı dayanışma duygumuzu teşvik eder, acılarıysa merhameti. Her daim var olan değişim ve ölüm aracılığıyla doğa, gelip geçicilik ve kontrol edilemezlik üzerine dersler vererek dharma’yı da öğretir. Bunun haricinde, yabanın ilettiği daha derin mesajlar da olabilir, kelimelerin ötesine geçen bir aktarım.
Dogen, Zen geleneği içerisinde uyanış ve doğa arasındaki ilişkinin tefekkürünü, aşağıdaki waka (geleneksel Japon şiiri) ile çok güzel örnekler:
Dağların renkleri,
vadi yankıları,
Öylecelikle-
sesi ve bedeni
sevgilim Shakyamuni.
Dogen’in doğanın bizim pratiğimizde kendine uyanan gerçeklikten, Buddha doğasının hakikatinden (tüm duyarlıklı varlıklara içkin özgür doğa) ayrılamaz olduğunu kast eder. Din âlimi Miranda Shaw’un Dogen şiiri üzerine yazdığı eseri Nature in Dogen’s Philosophy and Poetry’de dediği gibi: “Dogen doğadaki biçimlerin Buddha doğasını ortaya koyduğunu değil, bizzat Buddha doğası olduğunu ifade eder.” Bizim uyanışımız doğanın uyanışının ta kendisidir. Dogen’in Genjokoan metninde söylediğinden benim anladığım kadarıyla uyanış, doğanın dolaysız tecrübesi, “on bin türün” kendilerini sen olarak tecrübe etmek üzere özgürce öne çıkmasıdır. “On bin tür”ün tecrübesine dalmak suretiyle insanın benlik bilincinin demir pençesinin gevşemesi bizi kendi bilincimizin gerçek köklerine, özgürlüğü bulabileceğimiz bir açıklığa çıkarır.
Shaw şöyle yazıyor: “Buddha doğası, Dogen’in somut imgeleme beslediği yakınlıkla ‘Shakyamuni’nin sesi ve bedeni’ şeklinde somut bir öznellikle ifade edilir. Bir Buddha’nın temel niteliği, her yerde ve her zaman gerçekleşmekte olan uyanış mefhumu olduğundan ‘evren Buddha’nın gerçek bedenini açığa vurur.’”
Bu şekilde bakıldığında her şey Buddha’nın zihnini vaaz etmekte, dolayısıyla dharma’yı vaaz etmektedir. Dogen’in “Buddha’nın geniş, uzun dili” dediği doğa muazzam bir zekâ içerir. Belki bir anlamda yaban, her bir yaprağın, her bakterinin, her balinanın, her kum fırtınasının, nöronların ateşlenmesinin yerini tuttuğu devasa bir beyindir. Eğer bu doğruysa, şu Yeryüzünde biz insanların faaliyetleri erken Alzheimer başlangıcı gibi bir trajedi olarak görülebilir.
Merhum doğa korumacı Peter Warshall “İnsan harici doğanın bakış açısından bakılacak olursa bu çağ dezenformasyon çağıdır,” diye yazmıştı. Gerçekten de Yeryüzü dev bir beyinse, şu an tüm sinir ağları yanıp sönerek karanlığa gömülmekte ve bizi pek çok bakımdan ebedi bir unutuşa terk etmekte.
O halde yaban hem insanlık hem de Buddhalık yolunda yoldaşımızdır. Buddha’yı Yeryüzü’ne dokunurken gösteren kadim imge de buna işaret eder. Bu jest geleneksel olarak, Yeryüzü tanrıçasının asırlar süren genedoğum çemberinde Buddha’nın erdem kazanışını izlediği ve onun uyanışa erme iddiasını onayladığı şeklinde yorumlanır. İçerdiği imalar üstüne iyice düşünmeden bu hikâyeyi geçiştirmemeliyiz. Bunların ilki, Yeryüzü’nün Gotama’yı izlediği ve güzel işlerini onayladığı imasıdır. Bu bana Kanada’nın Britanya Kolumbiyası eyaletinde yaşayan bir yerli topluluk olan Haidaların, kötü şeyler yapmamaya dair bir sözünü hatırlatıyor: “Yeryüzü beni görebilir.”
Buddha’ya ilişkin bu hikâye Yeryüzü’nün derin ve kadim bir bilgeliğin canlı sahibi olduğunu da ima eder. Buddha gerçekten uyandığını kanıtlamak için mutlak yetkeye döner: uyanışının özgünlüğünü onun ve hepimizin anası Doğa Ana onaylar Bu hikâye sembolik olarak Yeryüzü’nün bizim sömürümüz için var olan nötr bir alan, elverişli bir süpermarket ya da araba camımızın ardındaki alakasız bir peyzaj resmi olmadığını onaylar.Yeryüzü ebeveynimizdir, öğretmenimizdir ve Buddhaların vicdanıdır ve en nihayetinde Buddha’nın gerçekten uyanıp uyanmadığını da doğanın aynasında görebiliriz.
İyi bir ebeveyn ya da öğretmen gibi doğa bize hem öğretir hem de bizi sınar. Onun zengin güzelliğini, zekâsını ve içerdiği canlılığı yok etmek demek kendi öz ebeveynimizi kötürüm etmek anlamına gelir ki bu büyüyüp de üstün gelebileceğimiz bir ebeveyn de değildir. Harap olan her ekosistemle kaybedeceğimiz bilginin boyutu öyle hesaba kitaba gelmez ki İskenderiye Kütüphanesi yangını bunun yanında anca evinin anahtarını kaybetmek olarak görülebilir.
Tibetli Buddhacı öğretmen Chökyi Nyima Rinpoche geçenlerde yazdığı kitabı Sadness, Love, Openness’ta yaşadığımız bir kayıp karşısında samimi bir yüzleşmenin beraberinde hem hüzün hem de sevgi getireceğini ifade ediyordu. Ya da Batılı farkındalık öncüsü Jon Kabat-Zinn’in gayet güzel ifade ettiği gibi kişisel uyanışımız daima “tam bir felaketin” orta yerinde gerçekleşir. Bu da şüphesiz yabandan geriye ne kaldıysa onları avucumuzun içinde korumaya almamız anlamına gelir. En umulmadık yerlerde yetişen, gizli ağlarla birbirine bağlanan ve insanın yıkımına karşı müsamaha gösteren matsutake mantarı örneğinde olduğu gibi, korumayı başardığımız her bir yaban parçası çocuklarımız için hem yaşam hem de bilgelik bakımından öngörülemez ama zaruri cepler oluşturacaktır.
Matthew Gindhin
Çeviren: İnan Mayıs Aru
Kaynak: Tricycle
Fotoğraf: Robert Bye