Suikastçıların Sırları: Bir Haşhaşi Tarihçesi – Hakim Bey
Hazreti Muhammed’in ölümünden sonra yeni İslam cemaati, halk tarafından seçilip Raşid Halifeler diye adlandırılan, peş peşe Muhammed’in en yakın dört Ashabı tarafından yönetildi. Bunların sonuncusu peygamberin damadı Ali ibn Abu Talib idi.
Müminler arasında Ali’nin kendisinin coşkulu takipçileri vardı ve bunlar “yandaş” anlamında Şia adıyla bilinirler. Muhammed’in ardından gelen hak halifenin Ali olduğuna ve ondan sonra Peygamber’in torunları olan Hasan ve Hüseyin’in hükmetmesi gerektiğine inanırlar; ondan sonra da elbette onların oğulları başa gelecek şekilde devam eden monarşi benzeri bir hilafet isterler.
Oysa Ali haricinde bunların hiçbiri İslam âleminin başında bulunmadı. Her daim hilafette hak iddia ettiler ve bu itibarla da Şiilik denen bir İslam kolunun liderleri oldular. Bağdat’taki Ortodoks (Sünni) Halifelere karşı Peygamber’in bu varisleri İmamlar olarak anıldı.
Şiiler için İmam rütbe bakımından Halife’den çok daha yücedir. Ali’nin hak halifeliği manevi yüceliğinden geliyordu ve Peygamber de onu halifesi seçerek bunu tasdik etmişti (aslında Ali Sufiler tarafından da veli prototipinin “öncüsü” olarak görülür). Şiilerin ortodoks ya da Sünni Müslümanlardan ayrıldığı nokta bu manevi üstünlüğün Peygamber’in kızı olan Fatma aracılığıyla Ali’nin varislerine de intikal ettiğine inanmalarıdır.
Altıncı Şii İmamı Caferüs Sadık’ın iki oğlu vardı. Büyük olan, İsmail, babasının varisi olarak seçilmişti. Ama babasından önce öldü. Bunun üstüne Cafer, küçük oğlu Musa’yı varisi ilan etti.
Ama İsmail’in kendisinin de bir oğlu olmuştu – Muhammed ibn İsmail – ve onu bir sonraki İmam ilan etmişti. Böylece onu takip edenler de İsmailî olarak anılageldi.
Musa’nın varisleri “ortodoks” Şiiliği yönetti. Bir kaç nesil sonra bu silsiledeki On İkinci İmam, ardında iz bırakmadan maddi dünyadan kayboldu. Bu devrin sonunda dönmek üzere hâlen mânâ âleminde yaşamaktadır. O “İmam-ı Gaib”, Peygamber tarafından geleceği müjdelenen Mehdi’dir. Bugün İran’ın resmi dini de On İki İmam Şiiliği’dir.
Gözlerden ırakta acı çeken İsmailî İmamları bir yeraltı hareketi olarak aşırılıkçı mistikleri ve Şia devrimcilerini cezbediyordu. En sonunda da bir ordunun başında muazzam bir güç olarak ortaya çıktılar, Mısır’ı fethettiler ve Kahire’nin Hilafet karşıtı olarak da anılan Fatımî hanedanlığını kurdular.
İlk dönem Fatımîleri bilgelik dolu bir yönetim izliyordu ve Kahire, İslam âleminin en kültürlü ve açık şehri hâline gelmişti. Ancak İslam âleminin geri kalanını kendi saflarına çekmeyi asla başaramadılar; aslına bakılırsa Mısırlıların büyük bir çoğunluğu bile İsmailîlik’i kabul etmeye pek yanaşmıyordu. Tarikatın son derece ileri mistisizmi bir cazibe kaynağı olduğu kadar bir engel de teşkil ediyordu.
1074 yılında Acem diyarından zeki bir genç Kahire’ye gelerek İsmalîlik’in iç irşad (ve siyaset) çemberine dâhil olmuştu. Ama Hasan Sabbah çok geçmeden kendini bir iktidar mücadelesinin içinde buldu. Halife Müstansir en büyük oğlu Nizar’ı halefi olarak göstermişti. Ama daha genç oğullarından el Müstali onun yerine geçmek için entrikalar çeviriyordu. Müstansir öldüğünde gerçek varis olan Nizar zindana atılıp öldürüldü.
Hasan Sabbah, Nizar’ı destekliyordu ve Mısır’dan kaçmak zorunda kaldı. Sonunda tekrar İran’a döndü, hem de devrimci Nizarî hareketinin lideri olarak. Zekice bir katakulliyle Kuzeybatı İran’da Kazvin yakınlarındaki zapt edilemez dağ kalesi Alamut’un (Kartal Yuvası) başına geçti.
Hasan Sabbah’ın acımasız olduğu kadar romantik de sayılabilecek cüretkâr vizyonu İslam âlemi içinde efsane hâline gelmiştir. Bu çorak, sarının her tonunu yansıtan, metruk, kayalık coğrafyada müridleriyle birlikte Kahire’nin şanlı günlerini minyatür boyutta da olsa da yeniden canlandırmaya koyulmuştu.
Alamut’u ve onun ufak ama güçlü medeniyetini korumak üzere Hasan Sabbah suikastçılığa bel bağlıyordu. Nizarîleri tehdit etmeye kalkan tüm yöneticiler, politikacılar ya da din önderleri bir fanatiğin hançerinin ucunu yanıbaşında hissediyordu. Aslında Hasan’ın ilk ciddi propaganda darbesi de, dönemin en güçlü adamlarından biri (ve bir efsaneye göre Sabbah’ın çocukluk arkadaşı) olan Pers vezirinin öldürülmesiydi.
Korku dolu namları bir kere yürüdükten sonra sırf bâtınî teröristlerin ölüm listesinde yer alma tehdidi bile pek çok kişiyi bu nefret edilen mülhidlerin aleyhine faaliyet göstermekten alıkoymaya yetiyordu. Bir ilahiyatçı önce (uyurken yastığının yanına bırakılan) bir hançerle tehdit edilmiş sonra da altınla satın alınmıştı. Müridleri neden minberden Alamut’a karşı vaaz vermediğini sorduğunda İsmailîlerin karşı argümanlarının “hem sivri hem de ağır” olduğu şeklinde cevap vermişti.
Alamut’un büyük kütüphanesi yanıp kül olduğu için Hasan Sabbah’ın gerçek öğretisine dair çok az şey biliniyor. Görünüşe göre Kahire’dekini örnek alarak, en altta suikastçıların en üstteyse eğitimli mistiklerin yer aldığı yedi halkadan oluşan bir irşad hiyerarşisi kurmuştu.
İsmailî mistisizmi tevil ya da “manevi hermönotik” anlayışına dayanır. Tevil aslında kelime olarak, “bir şeyi kaynağına ve en büyük anlama sahip olduğu yere taşımak” anlamına gelir. Şiiler belli ayetleri Ali’ye ya da İmamlara işaret eden örtük ya da sembolik anlamlarıyla okuyarak bu yorumlamayı Kuran üzerinde her daim sergilemişti. İsmailîlerse tevili çok daha radikal bir noktaya taşıdı. Tüm İslam yapısı onlar için bir dış kabuktan ibaretti; onun özündeki anlama ulaşmak için tevil yoluyla kabuktan içeri nüfuz etmek ve dahası kabuğu olduğu gibi kırmak gerekiyordu.
İslam’ın genel yapısı, pek çok dine kıyasla çok daha köklü bir biçimde, haricî ve bâtınî arasındaki ikilik üstüne kuruludur. Bir tarafta İlahi Yasa (Şeriat) diğer taraftaysa Manevi Yol (Tarikat) durur. Genelde Yol bâtınî öz, Yasa ise haricî kabuk olarak görülür. Ancak İsmailîliğe göre bu ikisi tevil yoluyla nüfuz edilmesi gereken bir bütünü oluşturur. Yasa’nın ve Yol’un ötesinde ise nihai Hakikat, ilahiyatın terimleriyle bizzat Tanrı’nın kendisi, metafizik okumayla Mutlak Varlık bulunmaktadır.
Bu Hakikat insan ufkunun dışında bir şey değildir; doğrusu, böyle bir şey mevcutsa bütünüyle bilinç düzeyinde tezahür etmek zorundadır. Dolayısıyla insan, İnsan-ı Kâmil, İmam şeklinde açığa çıkması gerekir. İmam’ın bilgisi Hakikat’ın dolaysız algısıdır. Şiiler için Ali’nin ailesi kusursuz hâle gelmiş bilinçten başka bir şey değildir.
Bir kez İmam’ın farkına varıldı mı, Yasa ve Yol kademeleri ortadan ikiye ayrılıp açılan bir kabuğun doğallıyla düşer gider. Öz mânânın bilgisi insanı haricî biçime bağlı kalmaktan azade tutar: batının hariç üstündeki nihai zaferi.
Ne var ki “Yasa’nın feshedilmesi” İslam içinde açıkça mülhidlik sayılıyordu. Şiiler arasında takiye’ye yani saklanmaya başvurma ve ölümden ya da cezalandırılmaktan kaçınmak için ortodoks taklidi yapmak kendilerini korumaları adına kabul edilir olmuştur. İsmailîlerse artık hangisi daha faydalı olacaksa ona göre Şii ya da Sünni taklidi yapabiliyordu.
Nizarîler için Takiyeye başvurmak, Yasa’ya uygun davranmak yani ortodoks gibi davranmak İslam Şeriatı’na uymak anlamına geliyordu. Hasan Sabbah en üst düzeydekiler hariç herkesin Takiyeye başvurmasını mecbur kılıyordu zira İmam’ın yokluğunda kusursuz özgürlüğün batınî hakikatının yanılsama peçesi altında gizlemesinden daha doğal bir şey olamazdı.
Peki, kimdi bu İmam? Tarih, Nizar ve oğlunun hapishanede öldüğünü ve varis bırakmadıklarını yazar. O hâlde Hasan Sabbah var olmayan bir varisin tahttaki hak iddiasının destekçisiydi! Kendisi asla İmam olduğunu iddia etmediği gibi kendi halefinin de hiçbir zaman “Dağın Şeyhi” olduğunu öne sürmedi; halefi de öyle. Fakat hepsi de “Nizar adına” vaazda bulundular. Belki de bu sırrın cevabı yedinci irşad çemberinde açıklanıyordu.
Üçüncü Dağın Şeyhi’nin Hasan adında bir oğlu vardı; bilgili, cömert, güzel konuşan ve pek sevilen bir genç. Dahası bir mistikti de; İsmailîlik ve Sufizm’in en derin öğretilerinin peşindeydi. Daha babasının sağlığında bile bazı Alamut sakinleri Hasan’ın gerçek İmam olduğunu dillendirmeye başlamışlardı; babası bu dedikoduları duyunca bunu reddetmişti. Ben İmam değilim ki, demişti, çocuğum nasıl İmam olsun?
1162’de babası ölünce Hasan (Hasan Sabbah’tan ayırmak için ona II. Hasan diyelim) Alamut’un hâkimi olmuştu. İki yıl sonra, 17 Ramazan(8 Ağustos) 1164 yılında, Kıyamet’i ya da başka bir deyişle Büyük Diriliş’i ilan etti. Ramazan ayının ortasında Alamut orucunu ilelebet bozarak daimi bir bayram ilan etmişti.
“Zamanın sonunda” ölülerin kendi bedenleri içinde dirilişi İslam’ın (ve tabii Hıristiyanlığın da) en sıkıntılı öğretilerinden biri olmuştur. Kelimesi kelimesine alındığında saçma görünür. Oysa sembolik olarak anlaşıldığında mistiğin tecrübesini özetler. Mistik, nefsin ayırıcı ve yabancılaşmış yönlerini, bir yanılsama olarak programlanmış egoyu fark ettiğinde “ölmeden önce ölür”. Bilinçte yeniden doğduğu gibi bir birey olarak, “huzura kavuşmuş bir ruh” olarak bedenen de yeniden doğar.
II. Hasan, Zaman’ın sonunu belirten Büyük Diriliş’i ilan ettiğinde, sır perdesini kaldırıp dinin Yasa’sını lağvetmişti. Mistiğin büyük macerasına, kusursuz özgürlüğe bireysel olduğu kadar komünal düzeyde de iştirak çağrısında bulunmuştu.
İmam adına hareket ediyor ama kendisinin İmam olduğunu iddia etmiyordu. (Aslında Halife ya da “temsilci” ünvanını almıştı.) Ancak Ali’nin ailesi kusursuz bilinçle bir ve aynı şeyse, kusursuz bilinç de Ali’nin ailesiyle bir ve aynı şeydir. Aydınlanmış mistik Ali’nin bir varisi “olur” (tıpkı Ali’nin cübbesine sararak evlat edindiği ve gerek Sufilerin gerek Şiilerin gerekse de İsmailîlerin çok hürmet ettiği Selman-i Farısî gibi).
‘Hakikat’te ise II. Hasan İmamdı zaten çünkü İsmailî deyişinde söylendiği gibi “kendi kendindeki İmam”ı fark etmişti. Dolayısıyla Kıyamet de takipçilerinin her birine yönelik aynını yapma ya da hiç değilse yeryüzü cennetinin hazlarına iştirak etme çağrısıydı.
Suikatçilerin bizzat huriler, sakiler, şarap ve cennet esrarının keyfini sürdüğü Alamut’taki cennet bahçesi efsanesi belki de halkın belleğinde Kıyamet’in bu şekilde yer etmiş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Belki gerçekten de böyle olmuştur. Farkında bir bilinç için bu dünya cennetin ta kendisidir ve cennet saadeti ve hazlarının hepsi de caizdir. Kuran cenneti bir bahçe olarak tasvir eder. O hâlde refah içindeki Alamut’un Kıyamet’in manevi hâlinin haricî yansıması olmasından daha mantıklı ne olabilir ki!
II. Hasan başa geçtikten sadece dört yıl sonra, 1166’da, öldürülmüştü. Düşmanları belki de Alamut içerisindeki Kıyamet’ten ve eski gizli hiyerarşinin dağılmasından (ve hiyerarşi içerisindeki iktidarlarını yitirmekten) haz etmeyen ve böyle açıktan açığa mülhitlik içinde yaşamaktan korkan tutucu unsurlarla işbirliği içindeydi. Ne var ki II. Hasan’ın yerini alan oğlu, Nizarî öğretisi içine Kıyamet’i kati surette dâhil etmişti.
Ancak Kıyamet gerçekten tam anlamıyla kabul edilecek olsaydı muhtemelen ayrı bir tarikat olarak Nizarî İsmailîliğin de dağılıp son bulmasını gerektirirdi. II. Hasan Ka’im ya da “Kıyametin Efendisi” olarak Alamut sakinlerini tüm mücadelelerinden ve her türlü hak iddiası ısrarından da azade kılmıştı. Ne de olsa saf bâtınîlik hiç bir biçimin sınırlarına hapsolamaz.
Dolayısıyla II. Hasan’ın oğlunun bir biçimde taviz verdiğini söyleyebiliriz. Görünüşe göre babasının gerçekten de Nizar’ın kanlı canlı varisi olduğu gerçeğini “açıklamaya” karar vermişti. Rivayete göre Hasan Sabbah Alamut’u kurduktan sonra gizemli bir casus ona İmam Nizar’ın bebek yaştaki torununu getirip teslim etmişti. Çocuk gizlice Alamut’ta yetiştirilmişti. Büyüyüp o da bir oğlan sahibi olup ölmüştü. O çocuğun da bir oğlu olmuştu. Bu çocuk Dağın Şeyhi olarak anılan Alamut’un görünüşteki yöneticisinin oğluyla aynı gün doğmuştu. Bebekler beşikteyken gizlice değiştirilmişti. Şeyh bile bu dalavereden habersizdi. Bir başka versiyona göre ise gizli İmam, Şeyh’in karısıyla zina yapmıştı ve bu aşkın meyvesi olarak da II. Hasan doğmuştu.
İsmailîler bu iddiaları kabul etti. Alamut’un Moğol istilaları karşısında çöküşünden sonra bile silsile devam etti ve tarikatın bugünkü lideri olan Ağa Han, Ali’nin kırk dokuzuncu nesil varisi sayılıyor (ve Mısır tahtında hakkı olduğu iddia ediliyor!). Alinin varisliğine yapılan vurgu tarikatın bir tarikat olarak kalmasını sağlayan şey oldu. Ne var ki hakiki bir Kıyamet kavrayışı açısından bunun doğru olup olmadığının pek bir önemi yoktur.
Kıyamet’in ilanıyla beraber İsmailî öğretisi, her türlü tarihsel olayın dayattığı sınırların ilelebet ötesine geçmiş oldu. Kıyamet artık herkesin sadık kalabileceği ya da girebileceği bir bilinç hâlidir, duvarları olmayan bir bahçe, dergâhı olmayan bir tarikattır, İslam tarihinde unutulmayı reddeden, zamanın dışında kalan kayıp bir andır, her türlü kanunculuk ve ahlâkçılığın, hariciliğin her türlü zulmü karşısında bir sitem ya da meydan okumadır. Cennete bir davetiyedir.