Metal ve Işıklar Şehri – Wu Ming 1

Pantera, ileri baktı ve alev alev bir gökyüzü gördü ama bu bir ateş falan değildi, parlak bir bulut gibiydi ya da daha ziyade havada asılı kalmış floresan bir ışık lağımı sathı. Çantasının içinde nfumbe alarm sinyalleri yolluyordu. Hemen altındaki uçsuz bucaksız şehir yüksek, marazi ışıklara doğru sere serpe uzanıyordu. Pantera, yıldızların olmadığı bir gökyüzünü daha önce hiç görmemişti.

Işıkların haricinde şehirden bir gök gürültüsünü andıran ciyak ciyak tınlamalar ve gürültüler de geliyordu. Pantera dürbünle baktığında şehrin devasa bir metal yayılımı olduğunu gördü. Eğilip bükülen metal her yere sarmaşık gibi sarılmıştı ve çığlık atıyordu. Şehir canlıydı. Belki bir zafer çığlığı, belki de acı bir çığlık. Belki üstünde asılı duran göğe kendini sunuyordu  belki de ona sayıp sövüyordu. Nfumbe de çığlık atar gibiydi: Pantera’ya burası bir ölüm diyarı diyordu.

Palero rayado, yani bir mayombe rahibi olarak geçen koca bir ömür Meksikalıyı bu sahneye hiç hazırlamamıştı. Kendininkinden daha güçlü bir büyü vadinin üstünde bir karaltı gibi asılı duruyordu. Tepeden toprak ve metal tanrısı Ogun’a sessiz bir ricada bulundu ama aktarım kesintiye uğruyordu. Çok fazla ışık vardı.

Önceki günler ve gecelerde at sırtında yolculuk ederken Pantera doğadan bir uyarı almış ve hayal avına çıkmıştı.Varmadan iki gece evvel ufkun ardından çıkan bakırımsı bir ışık huzmesi görmüştü. Bu, Şehir’di.

İşverenleri ona Şehrin aydınlığının üçte birinin göğe atıldığını söylemişlerdi. Büyük bir enerji israfı, kötülüğe sunulan bir kurban; sanki vadinin üstündeki gök, kanla beslenen bir nganga’ymış gibi. Her yıl iki milyar dolar, yıldızları saklamaya harcanıyordu. Sekiz milyon ton karbona eşdeğer. “Ve bu hep daha kötüye gidiyor,” demişti Doktor Sladek, “kim bilir döndüğümüzde şehir ne hale gelmiş olacak…”
Ertesi gün, şehre daha on mil yol varken, atın toynakları on santim derinlikte bir çeşit balçığın içinde bitap düşmüştü. Pantera ne olduğuna bakmak için yere atladı: çürüyen milyonlarca ölü kuş. Göç esnasında ışıklar yüzünden yollarını şaşırmış ve korkunç bir şey tarafından öldürülmüş gece kuşları.

Sladek ona bu durumu açıklamıştı: “Şehrin parıltısı biyolojik ritimlerine müdahale ederek pek çok hayvan türünü tehdit ediyor. Gece kuşları, ayla yıldızlar sayesinde yollarını buluyorlar. Bazen koca bir sürü aşırı aydınlatılmış binalara, kulelere, ticaret merkezlerine çarpıyor ya da dermansız kalıp yere düşene dek etraflarında dönüp duruyor… Deniz kuşlarının durumu daha da beter: biyoluminesant planktonlarla beslenen türler tümden yok olma tehdidiyle karşı karşıya. Şehrin ışıkları yiyecek arayışlarına mani oluyor. Deniz kaplumbağalarının ürediği sahillerde yeni doğan yavrular denize doğru gitmektense arkalarındaki ışığın cazibesine kapılıyor ve bu da onları Şehre ve kesin ölüme götürüyor. Her gece her sokak lambasının etrafında yüzlerce böcek ölüyor. Milyonlarca böcek ışıkların cazibesine kapılıyor ve diri diri yanıyor ve bu da ekosistemden geriye her ne kalmışsa onu muazzam bir biçimde etkiliyor. Böcekçiller yiyecek bir şey bulamıyor ve yeni bölgelere göçüyorlar. Ama belli ağaç parazitlerini kontrol altında tutan da gene aynı böcekçiller. Uzun vadede bu domino etkisi felakete davetiye çıkarıyor. Ağaç kalmayınca metaller hiçbir engelle karşılaşmadan çoğalıyor. Her tarafa yayılıyor ve her şeyi kaplıyorlar”.

Pantera tüm bu imgeleri kelimesi kelimesine kabul edemese de Şehrin bir canavar, habis bir güce sahip zalim ve çirkin bir yaratık olduğunu anlamıştı.

“Dahası,” diyordu Sladek, “bazı araştırmalar gösteriyor ki aşırı gece aydınlatması melatonin salgılanmasını engelliyor ve bu da meme kanseri riskini arttırıyor”. 

Pantera melatonin hakkında hiçbir şey bilmiyordu ve kaplumbağalar da pek umurunda değildi ama yıldızlara dair çok şey biliyordu. Reglas ayinlerinin çoğu gökkube altında yapılmak zorundaydı. Onun dininde sırf göğün zapt edilmesi bile müsamaha gösterilemez bir işti.

Yine de aklında soru işaretleri vardı: “Duyduğuma göre dünyanın pek çok şehrinde ışık kirliliğine dair yasalar yapıyorlarmış ve bu sorunun farkında olan pek çok insan da varmış. Benim güçlerime ne diye ihtiyaçları olsun ki?”

Sladek’in yüzünde alaycı bir tebessüm belirdi, “Şehri gördüğünde Bay Pantera, sorunun iyi niyetli yasaların çok ötesinde olduğunu fark edeceksin. Şehir’de artık yasa falan yok. Daha üstün bir gücün müdahalesinin gerekli olduğuna inanıyoruz.”

Acaba karanlığın ruhu, endoki’yi mi çağırmalıydı bu koca turuncu parıltının güçlerini bozguna uğratmak için? Yoksa başka türlü bir yol mu seçmeliydi? Deri çantasının içinde duran, Prenda’nın bir parçası olan ölü kafatasına, nfumbe’ye danıştı. Sordu ve etrafına bakındı. Bakışları, atının hâlâ ölü kuşların kalıntılarıyla dolu toynaklarına takıldığında, ölüler ona açık seçik bir umut ışığı sundu. Prenda’ya ışıklar tarafından öldürülmüş hayvanların kemiklerini eklemesi gerekiyordu. Bu hayvanların ruhlarını, binlerce ruhu geri çağırmak üzere. Cesetleri her taraftaydı.

Pantera yere çömeldi ve ellerini balçığa daldırdı. Özenle minik kemikleri ve kafataslarını çıkarıp temizledi. Düzinelercesini düz bir kayanın üstüne yerleştirdi. O uğraşıp dururken metalin feryadı yeniden göğe yükseldi, bu kez daha da güçlü. Pantera’nın tecrübesine sahip bir palero’nun bile dikkati dağılabilirdi. Nfumbe’den yardım istedi ve o da onu yatıştırdı.

Minik kemiklerden yeterince topladığına ikna olduğunda onları bir taşla öğüterek toz haline getirdi. Çantasını açtı, nganga’yı çıkarıp kayanın üstüne yerleştirdi, birleşimden bir kaç öğeyi çıkarttı ve hepsinin etrafına ve aralara tozu serpiştirdi. Sonra ayağa kalkıp orishalara yakardı.

Bir anda toprak canlandı ve balçık binlerce kanat çırpışıyla sarsıldı. Topraktan yayılıp, her tarafa yayılmış çürüyen cesetlerin sathına ulaşana dek millerce genişleyen bir dalga haline geldi.

Topraktan muazzam bir sürü havalandı; Şehrin üstünde bir örtü oluşturup onu büsbütün kaplayarak göğe ağan ışığı kapatan binlerce uçan ruh. Pantera, metal feryadı daha da güçlü duydu; feryat, bir hırıltıya, astımlı bir soluğa dönüşene ve nihayet durana dek.

Kuşlar yeniden havalandı ve geceye karışarak uzaklara uçtular. Metal sessiz, kımıltısız kalakaldı. Şehir, hâlâ hayatta olduğuna hayret eden biri gibi ihtiyatla nefes alıyordu sanki. Üzerinde, gök karardı ve bir kez daha yıldızlara boyandı. Tam ortada Samanyolu’nun bir ucu görünüyordu. Pantera, bunun tıpkı milyonlarca kuşun ruhundan oluşan kozmik bir çamura benzediğini düşündü.

Wu Ming 1 

Çeviri: İnan Mayıs Aru
Çizim: Jean Giraud aka Moebius 


* Nfumbe Kongo kökenli bir Afro-Küba sözcüğü. Hatırı sayılır bir interaktif ağ içerisinde dünyevi ilişkilere dahil olan ruhlar için kullanılır. Ataları tanımak ve onlara itibar etmek pek çok Afrika, Asya ve Amerikan yerlisi halkların kadim ilkelerinden biridir. Nfumbe kavramı değişen bir modern çevreye uyum sağlayan geleneksel manevi bağlarla ilişkildir.

** Nganga toprak, dal parçaları, kemikler, bitkiler ve diğer kutsal nesnelerle doldurulmuş kutsal bir kazan, su kabağı ya da kil çömlektir. Palo Mayombe dinsel pratiğinde merkezi bir yeri vardır. Nganga (Prenda ya da cazuela da denir), aynı zamanda ölülerin ruhlarına ve Santeria/Candomble dinlerindeki Orishalara eşdeğer sayılabilecek güçlü ruhlar olan Nikisilere ev sahipliği eder. Prenda genelde Nikisi’yi temsil eder ve bu iki sözcük zaman zaman birbirinin yerine kullanılır. Ancak tam olarak erginlenmiş bir Palero/Palera bir Nganga/Prenda sahibi olabilir. Bir Prena’ya sahip olmak kişiye kendi Manansa ya da Palo Evi’ni kurma imkânı verir. Farklı Nkisileri barındıran pek çok Nganga’ya sahip olmak da yaygın bir durumdur.
Bir nganganın içerebileceği öğeler: dal parçaları; kemikler (hayvan ve insan); deniz kabukları ve taşlar; mezarlık toprağı; kumaş; kutsal bitkiler; nikisileri temsil eden tahta heykelcikler; oyuncaklar, kelepçeler, silahlar gibi sembolik eşyalar; haçlar ya da çarmıhlar; mıknatıstaşları; bilyeler, atnalları, çiviler, zincirler gibi metal eşyalar vs.

Üstad Valerio Evangelisti’ye ithaf olunmuştur.

Pantera,Valerio Evangelisti’nin, Metal Hurlant (Einaudi 1998), Black Flag (Einaudi 2002) ve Anthracite (Mondadori 2003) kitaplarının baş kahramanıdır.