Layla ve Baykuşun Gözleri: Ekopsikoloji ve İnsan Olmak
Geçenlerde Park City, Utah’ta Maine Caddesi’nde yürürken Turizm Danışma Bürosu’nun önünde elinde Büyük Boynuzlu Baykuş’a benzer bir kuş tutan ve etrafı çocuklarla çevrili bir adam dikkatimi çekti. Adamın caddenin karşısından gelen sesi, bu baykuşun bir araba çarptıktan sonra kanadı kırık halde bulunduğundan bahsediyordu.
Baykuşları severim. Tanyeri sökmeden önceki en karanlık saatte tekinsiz ötüşlerine bayılırım. Bir kış günü bir baykuşun gündüz gözüyle kendini göstermeye karar verdiği o nadir anlarda fondaki yeni düşmüş karın üstündeki boz tüylerin lekesini görme şansının getirdiği neşeyi severim. Gizemli doğaları nedeniyle pek çok kültürün tahayyülünde birer alamet sayılmalarını severim. Bu yüzden büyük boynuzlu baykuş olduğunu sandığım şeyi gördüğümde heyecanla ve hiç düşünmeden caddenin karşısına geçtim.
Adamın elinde tuttuğu yaratıkta büyük boynuzlu baykuşun karakteristik özelliklerinden pek çoğu görülebiliyordu. Araya sarı beneklerin karıştığı güzel, incecik kahverengi ve beyaz tüyleri vardı. Keskin ve kıvrık bir gagası vardı. Güçlü geniş kanatları vardı – her ne kadar hayvancağız kendini etrafından yalıtmak için vücudunu perdelemeye çalıştığından kanatları sıkı sıkıya kapalı olsa da.
Biraz öteden gözlerinin büyük boynuzlu baykuşla aynı biçimde ve renkte olduğunu görebiliyordum – iri ve yusyuvarlak ve siyah gözbebekleri turuncu bir halkayla çevrili. Büyük Havza’nın serin dağ eteklerindeki kadim ardıç ağaçlarının tepesinden beni seyreden büyük boynuzlu baykuşların gözlerini anımsadım. Gözlerinin turuncusu çakmak çakmaktı. Karalarıysa bazen sırrına erişilmez derin bir bilgeliği yansıtıyor gibiydi. Bazense o kara gözler Nevada göğünde parlayan yıldızların gümüşî notalarını yansıtan bir havuza dönüşüyordu. Yine başka zamanlardaysa o karanlık, bulutların ardında yitmek üzere kanat açmadan önce gölgeleri yutan gece oluveriyordu.
Biraz yaklaştığımda adamın sağ kolunun deri bir tabakayla sarılı olduğunu fark ettim. Deriye bağlı iki çelik halka vardı. Bu halkalar 1 metreden kısa ve kırılmayacak şekilde dövülüp birbirine eklenmiş çelik halkalardan yapılmış bir zincire bağlıydı. Bu zincir de benim büyük boynuzlu baykuş sandığım yaratığın sol ayağına sıkı sıkıya bağlanmıştı.
Bu bir baykuş falan değildi. Artık değildi. Bir baykuş, gözlerinden, gagası ve pençelerinden, kapladığı ufak alandan, göz kırpışlarından, salınmalarından, meşhur gaga takırdatmasından çok daha fazlasıdır. Bir baykuş tüyleri ve kemiklerinin fiziksel toplamıyla sınırlanamaz.
Baykuş, onları yediğinde artık bedeninin bir parçası olan tavşanlar, fareler, tarla fareleridir aynı zamanda. Baykuş üstüne tünediği ağaçtır, dalışa geçtiği gökyüzüdür, kanat açtığı rüzgârdır. Baykuş kendi doğasının açığa vurduğu anlamdır. Baykuş kendisini yaratan tüm ilişkilerin dışavurumudur. Baykuş yabandır. Baykuş özgürdür.
Rüzgârın bağrından çalınmış, bir kafese tıkılmış, bir adama zincirle bağlanmış bu yaratık artık baykuş değildi.
Bir anlığına başını kaldırdı ve göz göze geldik. Gördüğüm şey karşısında dehşete düştüm. Gözlerinin turuncusu ve karası soluk birer renkten ibaretti, içlerinde ışıktan eser yoktu.
Hüzün, öfke ya da umutsuzluk olsa kabul etmesi daha kolay olabilirdi. Ama hiçbir şey yoktu. Hiç, sadece boşluk.
Bu gözleri çok iyi tanıyordum. Bu gözler acının sınırından hissizliğe sürüklenmiş, umutsuzluğa yenik düşmüş ve boşlukta yitip gitmekte olan bir yaratığın gözleriydi. Bu gözleri sokaklarda görmüştüm. Bu gözleri hayvanat bahçelerinde, akvaryumlarda, kafeslerde görmüştüm. Bu gözleri hapishanelerde, psikiyatri koğuşlarında, cenazelerde görmüştüm.
Bu gözleri çok iyi tanıyordum çünkü onları intihara teşebbüs etmeden önce aynadan bana bakarken görmüştüm. Bu gözleri tanıyordum çünkü onları kendimde görmüştüm.
Huzursuz ve acı içinde, korkuyla oradan uzaklaştım.
O gözlerde karşılaştığım dehşetin özü hakikatte neydi?
Evvela, bir baykuşun mahvının sonuçlarına tanık oluyordum. Esaret bir hayvanı hayvan olmaktan çıkarır. Derin ekolojinin temel ilkeleri de bunu doğrular nitelikte. Derin ekoloji, yaşamın canlı varlıklar arasında kurulan sağlıklı ilişkiler sayesinde sürdürülen bir süreç olduğunu kabul eder. Bu kabulle beraber derin ekoloji, her canlının diğer canlılarla bir dizi ilişkiler toplamı aracılığıyla anlaşılabileceğini öğretir.
İnsanlar tarafından hayvanî ilişkileri kesildiğinde esaret altındaki bir hayvan artık hayvan olmaktan çıkar. Önde gelen derin ekolojistlerden Neil Evernden muhteşem eseri The Natural Alien: Humankind and Environment’ta hayvanat bahçesindeki bir gorilde bunun nasıl gerçekleştiğini anlatır: “[Bir hayvan] çevresi ve türdeşleriyle genetik potansiyellerin karşılıklı etkileşiminden oluşur. Bir hayvanat bahçesindeki yalnız bir goril artık goril değildir, o ancak türdeşlerinden oluşan bir toplulukta tam gelişimini tamamlayabilecek toplumsal bir canlının goril biçimindeki bir taklididir.”
Evernden, hayvanları hayvanat bahçelerinde tutmayı haklı çıkarmak için öne sürülen bir argümanı daha (genetik miraslarını korumak) yerle bir ederken hayvanat bahçesindeki bir gorilin neden artık bir goril sayılamayacağını da açıklar: “Bir gen paketi korumaya çalışmak hayvan oluşun ancak çok sınırlı bir tanımını kabul etmek ve derinin altındaki bir nesneyi, söz konusu canlıyı oluşturan ilişkiler bütünüyle karıştırma hatasına düşmektir.”
Başka bir deyişle bir hayvan bir nesne değildir. Bir hayvan, süregiden bir ilişkiler bütünüdür. Bir hayvanı olduğu şey kılan ilişkiler içerisine girmekten alıkoyarak bu ilişkileri ortadan kaldırdığınızda o hayvanı yok etmiş olursunuz. Zincire bağlanmış o yaratığı gördüğümde, ona çarpan sürücünün ve onu zincire vuran adamın onu, baykuşları idame ettiren ilişkilerden nasıl kopardıklarını görmüştüm. O, Evernden’in tabiriyle “derinin altındaki bir nesne”ye indirgenmişti.
Zincire bağlı bu yaratığı görüp de zincirli diğer tüm yaratıkları, tema parkı havuzlarındaki ve hayvanat bahçesi kafeslerindeki yaratıkları düşünmemek mümkün değildi. Aklıma bilhassa da insanla çok fazla benzer yanı olan iki türden bireyleri yok eden esarete yönelik giderek artan medya ilgisi geliyordu: orka balinaları ve filler.
Orkalar aile odaklı bir yaşam sürerler ve görece uzun ömürlüdürler. Karmaşık bir dile sahiptiler ve avlanma teknikleri gibi geleneksel bilgilerini nesilden nesle aktarırlar. Bu özelliklerin yanı sıra orkaların insanları köpekbalığı saldırılarından korumalarına ilişkin anekdotlar da pek çok insanın zihninde bu canlılarla özel bir bağ oluşmasına neden olur.
Dr. Naomi A. Rose, “Killer Contoversy: Why We Should Abandon Keeping Orcas In Captivity” başlıklı çalışmasında aşikâr olanı dile getiriyor: “Orkaların doğası kapatılmaya müsait değil.” Bu iddiayı desteklemek üzere Dr. Rose esaret altındaki orkaların yabandaki türdeşlerine kıyasla çok daha düşük hayatta kalma oranlarına sahip olduğunu gösteriyor.
Aslına bakacak olursanız, esaret altındaki orkaların ölüm oranları yabandakilere kıyasla iki buçuk kat daha fazla.
Dr. Rose, tutsak orkalarda en yaygın ölüm nedenlerinden birinin enfeksiyon olduğunu anlatarak esaretin orkaların bedenlerini nasıl tehdit ettiğini ortaya koyuyor. Enfeksiyon kaynaklı ölümler bağışıklık sisteminin baskılanmasıyla ilişkili ve Dr. Rose yabandaki orkaların bağışıklık sistemlerinin kolayca başa çıkabileceği patojenlerin esaret altındaki orkalar için kronik stres, psikolojik bunalım ve hatta can sıkıntısı nedeniyle ölümcül olabildiğini anlatıyor. Yani esaret bir orkanın ruhsal sağlığını tehdit etmekle kalmıyor aynı zamanda neden olduğu ruhsal bozukluklar aracılığıyla fiziksel sağlığını da tehdit ediyor.
Filler de bunun bir diğer örneği. Filler de orkalar ve insanlar gibi kalabalık, geniş aileler içerisinde yaşar, karmaşık toplumsal ilişkiler geliştirir ve yuva olarak geniş alanlara ihtiyaç duyarlar. Dr. Rose’un orkalara ilişkin açıklamasına benzer bir biçimde, Kuzey Kaliforniya’da üç farklı yaban hayat koruma alanını yöneten Performing Animal Welfare Society (PAWS) başkanı Ed Stewart da National Geographic için yazdığı “There Is No Ethical Way of Keeping Elephants In Captivity” başlıklı makalesinde tutsak fillerin durumunu gözler önüne seriyor.
Filleri esaret altında tutmanın etik bir yolunun olmadığını göstermek üzere Stewart esaretin fillere ne yaptığını anlatıyor: “Esaret altındaki fillerin maruz kaldığı yetersiz koşullar bu filler için daima bir hastalık ve ıstırap kaynağı olacaktır. Dar alanlar ve sert zeminler bir dizi soruna yol açar; bunlar arasında ölümcül ayak rahatsızlıkları ve eklem iltihabı, kısırlık, obezlik ve sallanma ya da kafa sallama gibi tekrar eden anormal davranışlar sayılabilir.” Söz konusu “tekrar eden anormal davranışlar” tabii ki psikolojik bozukluklardan kaynaklanmaktadır.
Kendi ruhsal hastalık geçmişimden ötürü esaretin orkalar ve filler üzerindeki psikolojik etkilerini öğrendiğimde acaba insan ruh sağlığı ve diğer hayvanların ruh sağlığı arasında bir bağlantı var mı diye merak ediyorum.
Elbette var. Nasıl ki orkalarda ya da fillerde psikolojik bozukluklar başka hastalıkların önünü açıyorsa insanlarda da depresyon gibi ruhsal hastalıklar başka hastalıklar için risk faktörünü ciddi biçimde arttırıyor. Psikiyatr Dr. Peter Kramer, Against Depression başlıklı kitabında depresyondan mustarip insanların kalp hastalığından ölme riskinin dört kat, koroner kalp yetmezliğinden ölme riskinin beş kat, anjin krizinden, koroner arter baypas ameliyatında ya da konjestif kalp yetmezliğinden ölme riskinin dört kat fazla olduğunu ortaya koyuyor. Majör depresyona sahip bir şair olarak, depresyonun kelimenin gerçek anlamıyla kalbe saldırmasının yarattığı metaforik etkiye kayıtsız kalamıyorum.
Şüphesiz bu ilişkileri inceleyen ilk kişi ben değilim. 1980’lerden bu yana bu ilişkileri inceleyen batılılar kendilerine “ekopsikolog” diyor. Tabii ki geleneksel halklar da hatırlayamadığımız çağlardan beri bu ilişkilerin farkında.
Ecopsychology: Restoring the Earth, Healing the Mind başlıklı antoloji için yazdığı “Where Psyche Meets Gaia” makalesinde Theodore Roszak ekopsikolojinin tarihini anlatıyor. Bu yeni bir şey değil. “Aslında,” diyor, “ekopsikolojinin kaynakları ilksel diyebileceğimiz kadar eski sayılır. Bir zamanlar psikoloji dediğimiz şey ekopsikolojiden ibaretti. Bunun için özel bir kelimeye ihtiyaç yoktu. Dünyanın en eski şifacıları için çevreyle karşılıklı münasebet bağlamı dışında bir şifa söz konusu değildi.”
Uygar toplumlara kıyasla geleneksel toplumlarda ruhsal hastalıklara rastlanma oranının çok daha düşük olduğunu göz önüne alırsak belki biz de dünyadaki en eski şifacıların hep yapageldiği gibi şifayı “çevreyle karşılıklı münasebet bağlamında” arasak daha iyi olabilir. İnsanın ruh sağlığına derin ekolojinin penceresinden bakmak bunun yollarından biri olabilir.
Rahmetli Paul Shepard’ın 1982 yılında yayınlanan Nature and Madness kitabı ekopsikolojinin kurucu metinlerinden biridir. Shepard bu kitabı şu basit soruyu yanıtlamak üzere yazmıştı: “İnsanlar neden doğal çevrelerini yok etmekte ısrarcı?” Onun verdiği yanıt psikopatolojiydi. Ya da kendi sözleriyle, “insan varoluşunun temel boyutuna ilişkin bir arıza, hata yapmanın ötesinde bir akıl dışılık, bir çeşit delilik.”
Bazı insanlar bu deliliğe nasıl tutuldu peki? Shepard bu deliliği açıklamak için bir biyoloji kavramına başvuruyor: ontojeni. Ontojeni tekil bir organizmanın en erken safhadan olgunluğa dek gelişimidir. Shepard şu basit ama muhteşem gözlemi yapar: insan davranışını anlamak için insan gelişimini anlamamız gerekir.
Ontojeni genelde hayvanlara mahsus olarak çalışılır ama Shepard hiç vakit geçirmeden bu konuya açıklık getiriyor: “İnsan denen yaratığın uzmanlaşmış bir hayvan olduğundan şüphe duyanlar otuz ciltlik Psychoanalytic Study of the Child kitabını ya da Journal of Child Development dergilerinin sayılarını okumak için bir kaç saatlerini ayırsınlar.” Şu halde ontojeni diğer hayvanlarda olduğu kadar insanların incelenmesi için de uygundur.
Shepard “dünyaları ile barışık yaşıyor gibi görünen” geleneksel halkların ontojenisinin uygar insanlarınkine kıyasla daha sağlıklı olduğunu açıklayarak söze devam eder: “Onların yaşam biçimi doğal seçilim, besleyici işbirliği, liderlik ve bir zihinsel gelişim takvimi aracılığıyla ontojenimize uygun düşen, hayatın anlamına ilişkin ipuçlarının doğal şeylerde yattığı, gündelik yaşamın maneviyat ve karşılaşmalarla bir bütün sayıldığı ve grup üyelerinin bireysel gelişim evreleri ve geçişleri ritüel bir katılımla kutladığı gizemli ve güzel bir dünya üzerine kuruluydu…”
Yani insanlar çocukluktan yetişkinliğe geçmek için belli şeylere ihtiyaç duyar. İnsan çocuklarının kendilerine hayatın anlamını gösterecek insan olmayan diğerleriyle ilişki kurabilecekleri doğal dünyaya dalıp gitmeleri gerekir. Aynı zamanda gençlerin ritüeller aracılığıyla kutlama yapmalarına yardımcı olabilmek için insan hayatının geçiş dönemlerini idrak etmiş ihtiyarların bulunduğu bozulmamış topluluklara da ihtiyaç duyarlar. Böylece nihayetinde zamanla o çocuklar da o ihtiyarlara dönüşür. Bir kez daha Everndren’in sözlerini hatırlıyorum: “Bir hayvan, ancak türdeş varlıklardan oluşan bir topluluk içerisinde tam gelişimini tamamlayabilecek toplumsal bir varlıktır.”
Çocuklarla dışarıda vakit geçirdiğinizde onların doğal şeylerde derin manalar bulduklarını fark edersiniz. Sağlıklı insan gelişimi budur işte. Shepard bunu şöyle açıklar: “Hayvanlarla çocuklar mıknatıs gibi birbirine çekilir çünkü görünüşe göre her ikisi de kendi usulünce birbirine benzer bir itkiye, tepkiye ya da devinime sahiptir. Onların oyuncul, kontrollü temaşasında korkuların, hazların ve ilişkilenmenin kişisel, deruni zoolojisinde kademeli bir ustalaşma yatar. Anlatılan hikâyelerde o hayvanların biçimleri zihinde canlanıp, bilinçte temsil edilerek hayal kurma kapasitesini talim ettirir.” Bu “korkuların, hazların ve ilişkilenmenin kişisel, deruni zoolojisinde kademeli ustalaşma” insan gelişiminin olmazsa olmazıdır.
Shepard şöyle devam eder: “Oyun alanı – ağaçlar, çalılar, patikalar, saklanma yerleri, tırmanma yerleri – gözle görünür bir yapıya sahip bir varlık, süregiden ilişkilerin başka bir prototipidir.” Yani ağaçlarla ve çalılarla ilişkiler kurmak da insan gelişiminin bir diğer temel unsurudur.
Dört yaşındaki yeğenim Layla ve bir yaşındaki kardeşi Thomas bana ekopsikologların ne kadar haklı olduğunu öğretiyor:
Güz sonunda bulutsuz bir dağ göğü altında Layla, Midway, Utah’taki buz gibi Snake Deresi’nin akışını kesen bir kunduz barajının ardında birikmiş duru göletin üzerindeki tahtadan köprüde dizlerinin üstüne çöküyor. Büyülenmiş bir halde yüzünü usul usul gölete yaklaştırıyor, ta ki bu oyuncul ikindi vaktinde birbirine girmiş saçlarının arasından sarı bir bukle aşağı düşüp göletin yüzüne değene kadar. Ne yaptığının çok da farkında olmadan ıslanan saçını kulağının arkasına geri topluyor. Ensesinden süzülüp ceketinin yakasının içinde kaybolan buz gibi su damlaları konsantrasyonunu bozamıyor.
Onun davranışından öylesine etkileniyorum ki neredeyse ben fark etmeden Thomas kollarımdan sıyrılıp köprünün kıyısındaki kız kardeşinin yanına sıçrayacak. Thomas da çok etkileniyor. Onu yavaşça yere bırakıp, o sağ serçe ve yüzük parmağımı ufak eliyle kavrarken yürümeyi yeni öğrenen kasları üzerinde dengesini bulmasına izin veriyorum.
Thomas’ın bacaklarının müsaade ettiği kadar hızlı bir biçimde Layla’ya yaklaşıyoruz. “Ne yapıyorsun Layla?” diye soruyorum.
Adımdaki kısa ‘i’yi telaffuz etmekte hâlâ zorlanarak ve bu kadar bariz bir şeyi göremiyor olmamdan biraz rahatsız olmuş bir biçimde, “Balıklarla oynuyorum, Wiil,” diyor.
Bakışlarını sudan hiç ayırmıyor ve yeterince yaklaştığımda neyi seyrettiğini görüyorum. Ufak, on santimlik bir gökkuşağı alabalığı akıntıya karşı durmuş dosdoğru Layla’ya bakıyor. Layla’nın gözlerinin güzelim engin mavisi alabalığın gözlerindeki keskin volkan karasıyla buluşuyor. Dere yatağındaki kahverengi bir taşın altından daha büyük, otuz beş santim boylarında bir alabalık çıkıyor ve ufak olanın etrafında dolanıyor – besbelli benim kadar merak içinde. Ufak alabalık, tıpkı ufak yeğenim gibi, yanına gelen yetişkine hiç aldırmıyor.
Ve o an Layla’nın “oynamak”la ne kast ettiğini anlıyorum. Layla sola doğru eğiliyor, alabalık da kuyruğunu sallayıp sağa doğru yüzüyor. Layla sağa doğru eğildiğindeyse alabalık kuyruğunu sallayıp sol tarafa yüzüyor. Gerçekten de Layla balıklarla oynuyor.
O akşam ilerleyen saatlerde Layla duş alıyor. Layla’nın annesi sağlık personeli olarak çalıştığı hastanede. Layla’nın babası ise Thomas’ı beslemekle meşgul olduğundan gidip Layla’yı kontrol etmemi istiyor. Banyoya girdiğimde hızla suyun altına dalıp etrafa su sıçratıyor. Sonunda nefes almak için dışarı çıkmak zorunda kalıyor ve ben yine aynı hatayı yapıyorum.
“Ne yapıyorsun Layla?” diye soruyorum.
Yine kızıyor. “Ben Layla değilim, Weel,” diye açıklıyor. “Ben bir balığım.” Ve yine suyun altına dalıyor. Gülüp başımı sallıyorum. Ben kimim ki itiraz edeyim?
Nihayet o zincirli yaratığın gözlerine bakarken yaşadığım dehşetin özünü tam olarak kavradım: O gözlerde kendimi ve benim gibi onlarcasını görmüştüm.
Nasıl ki zincirle bağlı bir baykuş artık baykuş değil, bir tema parkının havuzundaki bir orka artık orka değil, bir hayvanat bahçesi kafesindeki bir fil artık fil değilse, doğal dünyadan koparılmış insanlar da artık insan değildir. Bizler hayvanız ve hayvanlar süregiden bir ilişkiler bütünüdür. Bu ilişkiler imkânsız hale geldiğinde kendimizi kaybederiz.
“Artık insan değiliz,” diyerek çok ileri gittiğimi sanmıyorum. “Biz”den kastım az çok benim gibi yaşayan uygar insanlar.
Ben insanları tarih boyunca insan kılmış olan ilişkilerin çoğundan yoksun bir halde yaşıyorum. Bu sabah asfalt bir zeminden iki kat yüksekteki bir yatakta uyandım. Toprağa ulaşmak için o asfaltı ne kadar kazmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yok. Gündoğumundan önce gözlerimi açtığımda gördüğüm şey karanlık ve gökyüzünde dolanan bulutların ebedi gizem dolu biçimleri değildi. Tan yeri sökmeden önceki en soğuk saatlere tutunan sabah yıldızlarının titrek cesaretini de görmedim. Bir zamanlar canlı olan, bir zamanlar yabani olan ağaçların bedeninden yapılmış bir tavan gördüm.
Yataktan çıktığımda evin içindeki ısı eşiğinde Aralık ayı dağ sabahının serinliğiyle karşılaşarak duyumsal çeşitliliğin özgün zevkinin tadını çıkarmak üzere duraksamadım. Isıtma sistemini dairemdeki sıcaklık 62 Fahrenhayta düşeceği kadar kıstığım için kendime küfrettim. Günlük suyumu çekmek için bir nehir yatağına yürümedim. Yükselen güneşin nehrin yüzündeki ışıltısını seyretmek için yolda durmadım. Nehirlerden çalınıp barajlarda hapsedilen ve yeryüzünün derinlerindeki ebedi istirahat yerlerinden sökülüp çıkarılan kadim ormanların kalıntılarıyla ısıtılan suyu akıtmak için sadece plastik bir musluk kolunu çevirmem gereken banyoya gittim.
Ve bu son 30 yıldır tekrarlanan hayatımdaki bir günün sadece ilk beş dakikasıydı. Shepard haklıysa ve gelişimi sekteye uğramış bir ontojeni güdük kalmış bir insanlığa yol açıyorsa ben ve benim gibi pek çok insanın da güdük kaldığını söyleyebiliriz. Bu beni üzmüyor, öfkelendiriyor. Ve bu öfke aklını kaçırmış bir dünya karşısında hayvanî bir tepkiymiş gibi geliyor bana. Öte yandan Layla ve Thomas için henüz geç kalınmış olmadığını biliyorum. Onların çocukları ve torunları için geç kalınmış değil. Pek çok bakımdan Layla haklıydı. O bir balık. O yavru bir köpek. O bir kartal. O taklit ettiğini gördüğüm tüm canlılarla kurduğu ilişkilerin bir bütünü. Ve Layla’yı korumak için o canlıları da korumamız gerek.
Will Falk
Çeviren: İnan Mayıs Aru
Çok keyifliydi ve çok keyif aldım yazıdan. Çok teşekkürler bizi böyle bir yazıyla buluşturduğun için.