Kaybolan Türler Bahçesi – İnan Mayıs Aru

Kayıp Türleri Anma Günü

Zihnimin kuytu köşelerinde, çocukluk hatıraları raflarında, yerel korku hikayeleri bölümünde buluyorum “Andık”ı. Zaman zaman çıkarıp okuyorum bu hikayenin silik sayfalarını yeniden gündüz ya da gece düşlerimde. Ürperiyorum. Yanı başındaki rafta, yerel fantastik hikayeler arasında yer alan “Filler”e ve korsan maceralarının da bulunduğu raftaki “Ayıbalığı”na uzanıyorum hemen sonra, ensemde hissettiğim soğuk karıncalanmayı atlatmak ve birazcık gülümsemek için.

30 Kasım Uluslararası Kayıp Türleri Anma Günü’nü bir süredir ilgiyle takip ettiğim Dark Mountain Project’in sayfasından öğrendim. Dark Mountain uluslararası bir yazarlar, şairler, düşünürler, sanatçılar ağı; medeniyetin biyosferi yok eden gücü ve süregiden ekokırım karşısında ancak insanın yeryüzündeki yerini yeniden anlayıp anlamlandırarak ve yeni anlatılar örerek durabileceğimizi savunuyorlar.

Bu gün resmi bir anma günü değil ancak dünyanın dört bir tarafından sanatçılar ve aktivistler bulundukları yerlerde çeşitli etkinliklerle yok olan türleri anarak onların yasını tutuyor. Hikâye 2010 yılında sanatçı ve aktivist Persephone Pearl’ün Bristol Müzesi’ni ziyaret etmesi ve orada nesli tükenmiş Tazmanya kaplanının (Thylacinus cynocephalus) son bireylerinden birini doldurulmuş halde sergilenirken görmesiyle başlıyor. Tazmanya kaplanı 1936’da son üyesi de avlanarak soyu tüketilen hayvanlardan biri. Pearl, cam bir korumanın ardındaki bu güzelim ve gizemli hayvan karşısında gözyaşlarını tutamıyor ve daha sonra o anı şöyle tasvir ediyor:

“Bu durumun dayanılmaz onursuzluğu beni çok sarstı. O an içimden o camı paramparça etmek, Tazmanya kaplanının cansız bedenini kollarıma alıp kırlara götürmek, onu okşamak, onunla konuşmak, gözyaşlarımla yıkayıp sonra da bir nehir kenarına gömmek geçti ki böylece toprağa dönebilsin.”

Bu sözleri okumak bana bir zamanlar güneyde bir sahil beldesinde bir şekilde girdikleri bir yatın zemininde yatan bir zebra postunun hüzünlü güzelliği karşısında benzer şeyler hissedip, zebranın ölü postunu oradan kurtaran ve sırtlarında bir dağa taşıyarak gömen iki yürekli arkadaşımı hatırlattı. Maalesef Pearl, Tazmanya canavarı için gönlünden geçeni yapamamış ama hissettiği derin kederi bastırıp hayata sanki bunu hiç yaşamamış gibi devam etmek yerine 2011 yılında, yöneticilik yaptığı Brighton’daki ONCA galerisi ve Feral Tiyatro Topluluğu işbirliğiyle Kayıp Türleri Anma Günü’nü düzenlemiş ve o günden beri bu anma etkinlikleri dünyanın dört bir yanına yayılmış.

Bir zamanlar dünya üzerindeki en kalabalık kuş türlerinden biri olan göçmen güvercini (Ectopistes migratorius) yüzyıldır göremiyoruz, nasıl öttüğünü ya da uçtuğunu hatırlayan belki kimse kalmadı. Daha 19. yüzyılın başlarında yüz binlerce hatta milyonlarcasının bir arada etkileyici bir gök gürültüsü sesiyle uçtuğu, geçişlerinin bazen günlerce sürdüğü anlatılan ve yüzyıl içerisinde aşırı avlanma ve yaşam alanlarının tahribatı sonucu nesli tükenen göçmen güvercinlerin son bireyi Martha 1914 yılında Cincinatti Hayvanat Bahçesi’nde öldü. Bugün bilim insanları genetik mühendisliği tekniklerini kullanarak göçmen güvercinleri yeniden hayata döndürmeyi tartışadursun aktivistler 2014 yılında, yani yok oluşundan tam yüzyıl sonra, son göçmen güvercin Martha’yı anmak için pek çok farklı yerde bir dizi etkinlik gerçekleştirdi; sürüsüyle birlikte uçan Martha ve göçmen güvercinlerin gölgesi toprağa resmedildi, anıt mezarlar hazırlandı, kilden güvercinler kırlara bırakıldı, Martha’nın maketi bir dağın tepesine taşınarak Anka kuşu gibi küllerinden yeniden dirilsin diye yakıldı ve daha pek çok başka biçimde göçmen güvercinler anıldı. Sırf göçmen güvercinler de değil 2011’den beri bu etkinliklerde benzer cenaze ve yas törenleri Tazmanya kaplanları, Karayip keşiş fokları (Monachus tropicalis), Franklin bombus arısı (Bombus franklini), büyük dalıcımartı (Pinguinus impennis), dodo kuşu (Raphus cucullatus) ve daha bir sürü nesli tükenmiş, artık aramızda göremediğimiz canlı türü için yapılmış.

Son araştırmalara göre her 5 dakikada 1 türün yok olduğu ve son 40 yıl içerisinde yeryüzündeki yaban hayatın yarısını kaybettiğimiz düşünülürse böyle daha çok yas törenine ihtiyacımız olduğu ortada. Bilhassa da ölümle bağımızı giderek yitirdiğimiz ve kaybettiğimiz insanlar için bile baş sağlığı dileme ve yas tutma geleneklerimizi unuttuğumuz modern zamanlarda, başka türler ve bizzat ekosistemin kendisi için yas tutabilmek çok zor ama bir o kadar da önemli. Bu türlere dair hikayelerimiz ve onların ardından düzenleyeceğimiz bu ritüeller onları sırf bilimsel veri ve istatistik olmaktan çıkarıp ölümün soğuk diyarından düşsel de olsa yaşamın sıcaklığına geri getirebilir.

Benim düşlerimdeki üç hikaye de kayıp zamana ve mekana ait, çocukluğumun büyülü dünyasından kalma türlerle karşılaşmalar: andık, filler ve ayıbalığı. Bu kayıp ya da belki hayali türlerin hikayelerine sondan başlayıp önce ayıbalıklarını anlatmak isterim.

Ayıbalığı

Ayıbalığı hiç de hayali bir tür değil elbette, artık biz onu daha çok Akdeniz foku (Monachus monachus) olarak tanıyoruz ama ben çocukken onlara, en azından yaşadığım yer olan Çanakkale, Biga’da ayıbalığı denirdi. Denirdi dediğime bakmayın, sanki her gün her yerde ayıbalıkları görüyormuşuz gibi. Hayır, ayıbalıkları ara sıra bahsini duyduğumuz yarı efsanevi yaratıklardı. Annem de babam da ormancıydılar ve yazları Orman İşletme’nin memurlarına ayrılan deniz kenarındaki yazlık lojmanlarda tatil hakları vardı. Burada diğer ormancıların çocuklarıyla sabahtan akşama denize girer, midye toplar, kumsalda oyunlar oynardık. Deniz canlılarının hepsi de başka bir evrenden buraya gelmiş gibiydi. Vatoslar, köpekbalıkları, yunuslar… Bir keresinde açıkta yüzen yunusları yakalama, onlardan birinin sırt yüzgecine tutunma ümidiyle olmayacak kadar açılmıştım da kıyıdan annemle babamın bağırış çağırışlarını bile duymamıştım. On-on iki yaşımda falan olmalıydım, Kaptan Costeau ve tabii ki Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ın Kaptan Nemo’su kahramanlarımdı.  Bazen büyükler kayıkla balığa açılırken bizi de alırlardı yanlarına. Burnun arkasındaki mağarada ayıbalıklarının yaşadığı söylenirdi ve biz ne zaman denize açılsak burnu geçer geçmez ben gözlerimi mağaraya diker ayıbalıklarını görmeyi beklerdim. Bir gün yine o kayıkla, bu sefer balığa değil, annelerimizin de dahil olduğu sırf açık denizin tadını çıkarmak üzere çıkılan gezintilerden birine açılmıştık. Burnu döndüğümüzde gözlerim yine mağaradaydı ve yine hayal kırıklığına uğramıştım. Bir süre Karabiga yönünde seyrettikten sonra geri dönüşte mağaraya yaklaşırken umutsuz bir alışkanlıkla gözlerimi mağaraya çevirdim ve o koca kaygan bedeni, kömür gibi gözleri, görkemli bıyıklarıyla oradaydı işte. Hayatımda gördüğüm en olağanüstü canlıydı ayıbalığı. Mağaranın girişinde dururken çıkardığı sesler, çocuklar için sadeleştirilmiş versiyonunu okuduğum Homer’in Odesa’sındaki Sirenler’in sesleri gibi gelmişti bana, zor tutmuştum kendimi dalgaların arasına atlamamak için. Hâlâ bir rüya gibi hatırlarım o günü.

Yıllar sonra öğrendim Akdeniz foklarının dünyada sadece 400-500 kadar bireyi kaldığını, bunların 100 kadarının da Türkiye kıyılarında yaşadığını. Birkaç yıl önceyse gazetelerde ayıbalıklarının halen Marmara’da Karabiga açıklarında görüldüğünü okudum. Karabiga’dan Aksaz’a kadar olan ufacık kıyı şeridinde 7 tane termik santral kurulması planlanıyor ve bu santrallerin hazırlattığı Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporunda bölgede Akdeniz foku varlığına rastlanmadığı söylenince ODTÜ, İÜ ve Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi’nden biliminsanları buradaki mağaralara fotokapanlar kurarak halen 4 bireyin yaşadığını ispatlamışlar. Ancak dört tane koca kafalı, kaygan bedenli, acayip görünümlü deniz canlısının bu santrallerin sahiplerini daha çok kâr hırslarından vazgeçireceğini sanmam. Umarım ayıbalıkları tamamen hayallerimde kalmaz ve onların yasını tutmak zorunda kalmayız bir gün.

Filler

Sırada bu kayıp türler bahçesi hikayelerinin en fantastiği olan fillerin (Elephantidae) hikayesi var. Benim kişisel tarihimdeki yegâne fil hikayesi yine çocukken İzmir hayvanat bahçesinde karşılaştığım, küçücük bir alana hapis yaşayan Pak Bahadır’ın hüzünlü gözleridir. Buradaysa daha masalsı fillerden bahsedeceğim. Bu hikâye aslında bana değil anneanneme ait. Biraz Tolkien’in meşhur kitabı Yüzüklerin Efendisi’ndeki  Shirelı hobbit Samwise Gamgee’nin haklarında bir şiir okuduğu ve efsanevi bir canlı olarak andığı “füller”e benziyor bu filler. Büyüdüğüm Çanakkale, Biga’da annemin köyü olan İpkaiye’de bir zamanlar fillerin görüldüğünü doğrulayacak bir ihtiyar çıkar mı bilmiyorum ama anneannem çocukken bize birkaç kez, kendi genç kızlığında köyün tepeleri civarında dolanırken, sanıyorum Kahvetepe köyüyle aramızda kalan Anzavurtepe mevkiinde, fillerle karşılaştığını anlatmıştı. Tepelerden sürüler halinde filler geçiyormuş meğer. Afrika’ya ya da Uzak Asya’ya ait fillerin bir zamanlar bizim köyde bile olduğu bilgisi kardeşimle benim hayal dünyamız için muazzam bir ateşleyici olmuştu. O tepelerde fillerle karşılaştığımı kim bilir kaç kez hayal etmişimdir. Henüz ilkokuldaydım ve kütüphanenin gediklisi bir çocuk olarak bir şekilde Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde fillerin geçisini gördükten sonra fil doğuran kızın öyküsünü de okumuştum. Anneannemin de bir fil doğurup doğurmadığı, bir yerlerde bir fil dayım ya da teyzem olup olmadığı sorusu günlerce kafamı kurcalamıştı.

Anneannemi bize bu fil hikayesini anlatmaya iten neydi bilemiyorum. Belki sırf bizi eğlendirmek istemişti, belki çocuklukta hepimizin başına geldiği gibi bazı şeyler, belki mandalar, ona çok büyük görünmüştü ve kendinin de inandığı bu fil masalını uydurmuştu, belki de gerçekten herkese görünmeyen bazı şeyleri görebilen bir kadındı, kim bilir! Hayvanat bahçelerindekileri ve bir zamanlar Anadolu’yu işgal eden Moğolların savaş fillerini saymazsak Anadolu topraklarında bilindiği kadarıyla filler hiç yaşamamış.

Ancak fillerin efsanevi yaratıklar olarak anılması çok yakın zamanda tüm dünya için gerçek olabilir. Bugün her 15 dakikada bir fil sırf dişlerini almak için öldürülüyor. Öldürülen fillerin yaşam alanları da insan yerleşimi tehdidi altında, bu hızla giderse 2050’ye kadar fillerin yaşam alanlarının 63%’üne insanlar yerleşmiş olacak. Kaçak avcılık bir yana Afrika’da güya ekolojik tahribatı önleme ve yaban hayatı kontrol etme adına bazı bilim insanlarının tavsiyeleri doğrultusunda 1970’lere kadar periyodik ve yoğun bir biçimde fil katliamları gerçekleştirildi ve on binlerce fil öldürüldü. Ancak filler adına nüfuslarının böyle dramatik bir biçimde azalmasından daha tedirgin edici olan şeyse kültürel aktarımın sekteye uğramış olması. Hem kaçak avcılar hem de yaban hayat idaresi memurları öldürmek için genellikle en yaşlı dişi filleri seçiyorlardı. Oysa filler karmaşık ve anaerkil bir sosyal yapıya sahiplerdi ve yaşlı dişi filler bir nevi topluluğun ana şahlarıydı. Yaşlı dişiler fil topluluklarının hafızası, tarih aktarıcıları, hikaye anlatıcılarıydı ve bunların yokluğunda fil toplulukları nasıl davranacaklarını tam olarak bilemez hale geldi. Bu yüzden bilim insanları 1960’lardan beri pek çok sıra dışı fil davranışı, saldırılar, çekişmeler, nedensiz görünen ölümler kaydediyor. Bu nedensiz ölen fillerin otopsisi yapıldığındaysa strese bağlı mide ülseri ve diğer lezyonlara rastlanıyor. Bugün dünyanın pek çok yerindeki fil toplulukları, kendilerine tepelerde karşılaştıkları iki ayak üstünde yürüyen tuhaf yaratıkları ve daha başka hikayeler anlatacak anneannelerini yitirmiş durumda. Bizim de halimiz onlardan pek farklı sayılmaz.

Andık

Gelelim hâlâ tüylerimi diken diken eden hikâyeye. Bu tam bir kamp ateşi masalına yaraşır bir yaratık. Çocukluğumun korkulu rüyası: andık.

Andık hikayelerini bilhassa köyde ya da köylü arkadaşlarımdan duyardım. Köydeki evimiz mezarlığın hemen altındaydı ve andığın özellikle geceleri taze mezarları eşmeye, cesetleri çıkarıp yemeye geldiği söylenirdi. Bahçenin orta yerinde devasa bir fıstık çamı dikiliydi. Andığın küçük çocukları kaçırıp, ağaca bağladığını ve işkence ettiğini kimden dinlemiştim acaba? Muhtemelen okuldaki arkadaşlarımdan biri anlatmıştı. Ama ben nedense bu hikayeyi hep “hasta babaanneden” dinlemişim gibi hatırlarım. Belki de bir keresinde her çocuk gibi yerimizde duramayıp yaramazlık yaptığımızda bizi o ağaca bağlamakla tehdit ettiğindendir. Köydeki evimiz dediğim aslında annemin dedesinin eviydi, dede ölmüştü ben hiç görmemiştim onu;  dul eşi, annemin babaannesiyse sanki 100 yaşındaymış gibi yaşlı, hep hasta ve ürkütücü bir kadındı. Hasta babaanne bizi severdi biliyorum ama sert bir kadındı, bir zamanlar baltayla kestiği eksik parmağı da ürkütücü görüntüsünü tamamlıyordu ve kardeşimle ben ondan inanılmaz korkuyorduk. Bize kalırsa, mezarlığın dibinde yaşayan hasta babaanne, çocukları kaçıran ve mezar eşen, sırtında dik tüyleri olan ve bazen insan gibi iki ayağı üstünde yürüyebilen andığın ortağıydı. Çok şükür o sert ama iyi niyetli kadın iki veledin onun hakkındaki bu tuhaf fikirlerini hiçbir zaman öğrenmedi, toprağı bol olsun.

Yine yıllar sonra, büyüyünce öğrendim ki meğer bizim andık dediğimiz hayvan Anadolu çizgili sırtlanıymış (Hyaena hyaena). Anneannemin filleri kadar hayal ürünü olmasa ve somut bir gerçekliği olsa da andık yine de doğaüstü korku hikayeleriyle çok daha fantastik bir hayvan sayılabilir. Bugün bu topraklarda çok ender olup daha çok Suriye sınırına yakın yerleşimlerde rastlanan ve koruma altında olan bu tür çok eskiden değil, benim çocukluğumda Marmara’da Çanakkale, Biga’nın köylerinde ve dağlarında bile görünen bir türmüş ki hakkında onca hikaye anlatılagelmiş. Çocukluğumda bir mezarlık ziyaretimizden aklımda kalan görüntülerden biridir yeni mezarın üstünü örten dikenli çalılar. Sorduğumda andık için demişlerdi. Demek leşçil sırtlan o zamanlar beslenmek için mezarlara kadar gelirmiş. Şimdiyse hikayelerden, masallardan ve hafızamızdan çıkalı çok oldu. Ancak bir bilimsel çalışmada fotokapanlara falan yakalanırsa haberimiz oluyor bu canlılardan ve biz onun imgesinin leşçiliğini yapıyoruz bugün.

Görünmez Hayvan

Mamutların, dodoların, kılıç dişli kaplanların, dinozorların kolektif bilinçte bugün Borges’in Düşsel Varlıklar Kitabı’nda anılan hayali yaratıklardan pek bir farkı yok. Onlar bizim için birer masal karakteri, efsane. Ancak masal karakteri olarak da olsa bir varlığa sahipler ve bu varlık bizim diğer türlerle aramızda muazzam bir köprü oluşturuyor. Altıncı kitlesel soy tükenişinin içerisindeyken hem aramızdan bütünüyle ayrılmış hem de birer birer kaybolmakta olan canlıların hikayelerini anlatarak onları yeniden canlandırabiliriz belki.

Amerikalı doğa şairi Wendell Berry bir şiirinde kızının ağzından şu sözleri aktarıyor: “Umarım bir hayvan vardır bir yerlerde kimsenin hiç görmediği. Ve umarım kimse hiç görmez onu.” Bir de işte tüm fotokapanlarımıza, araştırmalarımıza, bilgimize rağmen böyle hiç görmediğimiz canlıların varlığına olan inancımız diri tutabilir belki bu gezegenin geleceğine dair umudumuzu. Bir gün biz de dahil olmak üzere bildiğimiz tüm büyük memeliler şu an giderek ısınan yerkürenin üstünden silinsek bile karlı bir dağın tepesinde ya da bir cangılın derinliklerinde hiç bilmediğimiz canlıların olmadığını ve bizden sonra da olmayacaklarını kim bilebilir ki!

İnan Mayıs Aru