Işıkları Kapatın – Suprabha Seshan

Büyülü bir an. Nehrin başındayım, ayaklarım dönüp duran suyun içinde; tenim ormandan gelen hafif meltemle ürperiyor. Günbatımının son ışıkları solup gidiyor ve geriye yeni ayın ışığı, daha sonra da yalnızca yıldızların ışığı kalıyor. Burada sık sık karşılaştığım boz balıkçıl baykuşu dinliyorum: o çeru ağacının tepesine tünemiş bana huu-huu derken ben de bir kayanın üstüne tünemiş ona kendi huu-huularımla karşılık veriyorum arasıra. Uzaktan gelen bir kanat sesini, raket kuyruklu drongo kuşunun sesini, birkaç kurbağayı ve cırcır böceklerini de duyuyorum. Sazlıkların arasından gelen hışırtılar da var, muhtemelen orman kemirgenleri. Gece artan nemle beraber nehir kıyısında keskin bir koku hâkim. Ateşböcekleri birer birer sarılı yeşilli fenerlini yakarak etrafımda dans etmeye başlıyor.


Ne acı ki günümüzde insanların çoğu geceden korkuyor ve bunun temelinde aslında karanlık korkusu yatıyor. Bize bunun ilkel bir itki, günbatımından sonra yırtıcılardan korunmak üzere bir araya toplanan yabani atalarımızdan miras bir içgüdü olduğu söyleniyor. Buradan gecenin tehlikeli olduğu, ölümün telallığını yaptığı ve şeytanları sakladığı sonucuna varıyoruz.

Oysa esas tehlikede olan gecenin kendisi, tıpkı yaşamın kendisi gibi. Geceyi ne denli ötelersek hastalık ve bozukluklara da o denli maruz kalıyoruz. Pek çok insanın artık geceyle herhangi bir bağı kalmamış, tıpkı yabanıl herhangi bir şeyle bağları kalmadığı gibi.

Gece zayıflıyor, tıpkı gezegenin kendisi gibi. Milyarlarca yıl boyunca Yeryüzü ayın, yıldızların, Samanyolu’nun ve türlü türlü kozmik yanar döner ışıltının altında uyudu ta ki elektrik ışıkları ortaya çıkıp da bu kürelerin üstüne kendi soğuk aydınlığını yansıtıp da onların gizemini kovalayana dek.

Gece saldırı altında, gezegenimizin tüm diğer nitelikleri gibi. Gece gerçekleşen şeyler, mesela bitki solunumu, kan dolaşımımızda melatonin salımı, gece açan çiçeklerin muazzam bir gece kelebeği çeşitliliği tarafından tozlanması, sirkadiyen ritmin karanlık safhası, tüm doğanın riayet ettiği 24 saatlik metronom – tüm bunlar saldırı altında.

Gece, yalnızca göğün aydınlattığı doğal gece, artık zihinlerimizde ya da bedenlerimizde yer kaplamıyor. Gezegen üzerindeki sayısız kültürü beraberce var ettiğimiz yaban canlılar da öyle. Ebedi bir günün yapay beyaz ışığında güvende olduğumuza, iblisleri ve arzuları, bilinçaltımızı, saçmalıklarımızı ve arzularımızı kontrol altında tutabildiğimize inanıyoruz. Yıldızlara, aya, uzun bir uykunun bereketine, her bir hücremize dek yenilenmemizi sağlayan gündelik ölüme sadakatimizden yüz çevirebileceğimizi sanıyoruz.

Geceyi ne kadar ötelersek hastalığa o denli yenik düşüyoruz. Yeryüzündeki her canlı günden geceye, geceden güne salınan bu sarkaca bağlı; biteviye, ömür boyu. 24 saatlik ısı ve ışık salınımı – ve bunların da takip ettiği mevsimsel ritimler – biyokimyamızı, metabolizmamızı ve hormonlarımızı tetikliyor. Bu ritimler gezegen kadar yaşlı, onun kendi etrafında ve güneşin etrafında dönüşleri kadar yaşlı ve her birimizin beden hafızasına kazınmış durumda. Tıpkı bir kalbin atışı gibi bu ışık ve ısı nabzı da bireysel ve kolektif yaşamlarımıza ilişkin her şeyi etkiliyor.


Patikada önümüzden bir kaplanın geçip de ardında çalıların üstünde bedeninin izini ve kokusunu bıraktığı geceyi anımsıyorum. Bir hışırtı duymuştuk ve onun yakınımızda çok yakınımızda olduğunun farkındaydık. Çayırlık bir alanda, bayır aşağı, tek sıra halinde, karanlıkta sendeleyerek ilerliyorduk. Ne ay ışığı vardı ne de yıldızlar.

Fil akınlarının olduğu onca geceyi anımsıyorum; bambu koruları içinde otlarken çıkardıkları çıtırtıları. Onlar etrafımdayken kendimi kudret dolu hissediyorum; tetikte, çevik, bedenimdeki farklı güçlerden yararlanmaya hazır. Çizgili baykuş ve balık baykuşunun ötüşleri; lori papağanları, cırcır böcekleri ve kurbağalar, Hint çobanaldatanları ve esmer baykuşlar; kedigözlü yılan ve kurt yılanının usul usul kayışları; avcı su yılanının kımıltısız duruşu, hızla koşuşturan sivri fareler ve sıçanlar, akreplerin yan yan giden dans figürleri ve gevezelik eden kelerler; gece ışığıyla aydınlanan yaprakların ışıltılı dansı; tüm bunlar duyularımı ve bedensel reflekslerimi keskinleştirerek hepimizin sakini olduğu bu ormana zindelik getiriyor.

Gece ışıklı mıdır? Yoksa karanlık mıdır? Bir rengi var mıdır? Bir şehirde yaşıyorsanız, hatta ufkunuzda tek bir elektrik ışığı bile varsa, bunu asla bilemezsiniz.


Ben hep gölgelerin, koyu ve yumuşak ışıkların peşindeyim: mum ışığı, ay ışığı, yıldız ışığı, biyoluminesant mantar ışıkları, sis ışığı ve ateşböceği ışıkları. Geceleri, gün içerisinde de gizemini korumaya devam eden şeyler yaşadım. Gece tenime büründüğümde bana dair ve benim saydığım her şeyi geride bırakmam gerekiyor. Gitgide daha bir niktofil oluyorum.


Pek çok gelenek sadece geceleri gerçekleştirilebilen bazı ritüellere sahip. Yıllar önce Brezilya, Mato Grosso’nun Xingu bölgesinde böyle bir ritüele tanıklık etme şansım oldu: bir kwarup, yas ritüelinin kapanışı. Bu ritüelin ana motiflerinden birisi Xingu kabilelerinin her bir araya gelişinde yeniden sergilenen “ateşi çalma” temasıdır. Bu da ateşin en başta doğadan çalındığının, kudret ve sihir dolu bir şey olduğunun kabul edilmesi anlamına gelir. Xingu kabileleri insan toplumlarının o günden bu yana birbirinden ateşi çalıp durduğuna inanır.

Ateşin geceye karşı ilk korumamız olduğu anlatıldı bize. Ateş tüm halklar için bir ihtiyaç, faydalanılacak bir güçtü – ritüeller için, yemek pişirmek için, hikâye anlatmak için, alet yapmak için, alan açmak için ve maddeleri dönüştürmek için. Ateş tevazu, temkin, saygı ve muhakeme yeteneği gerektiriyordu. Belki de bizi koruyup sıcak tutarak geceyle ilişkimizi değiştiren ateş olmuştu. Belki de ateşin esiri olduğumuz zaman geceyi kendimizden öteye sürmüştük.


Bir arkadaşım Brezilya’da beş yıl boyunca Nambiqwara kabilesiyle birlikte yaşamıştı. Onların kültürüne iyice aşina olmuştu. Söylediğine göre Nambiqwara kabilesi Amazon’daki diğer tüm kabileler arasında büyük bir saygı görüyormuş. Kabileler arası toplaşmalarda özel ritüelleri yerine getirmeleri için Nambiqwaralar çağrılıyormuş. Sadece müzikle, hatta müziksiz bile, bir vecd haline giriyorlarmış.

Belli yoğunluktaki ritimlerin algısal değişiklik halleri yaratabileceğini ve dünya üzerindeki çeşitli halkların gerçek dünyanın güç algılanan bazı niteliklerini anlamak üzere davul çalmaktan yararlandıklarını çoğumuz biliriz. Gece çalınan davulların bu hali yaratmaya katkı sağladığı da bilinmektedir. Muson mevsiminde milyon tane yağmur damlacığı milyon tane yaprağın üzerine düşerken, bin tane kurbağanın yanaklarını şişirip vıraklaması ağustosböceklerinin zırıltısına karışırken; karanlık çökerken, bulutlar tepelerin üstünde usul usul dolanırken, alaca karanlık yerini geceye bırakırken, şayet yalnızsanızaman dikkat! Yolunuzu kaybedebileceğiniz gibi, kim olduğunuzu da unutabilirsiniz.

Doğanın içinde, bağın yitirilmediği bir hayatta, farkındalık canlılar arasında akış halindedir. Tek bir organda ya da bedende bulunmaz. Her yerdedir. Gece yürüyüşleri bu genleşmeyi bilhassa kolaylaştırır. Kendinizi içine hapsettiğiniz kabuğu çıkarıp attığınızda, ormanın gümbürtüsü şartlanmış tepkilerinizi aşıp geçtiğinde, ormandaki herkesin hâlihazırda bildiği şeyi siz de tecrübe edersiniz.

Gece algı hallerimizi değiştirmek için biçilmiş kaftandır.


Gece, bizim insani tecrübemizin geneli açısından, uykuya denk düşer. Canlı olduğumuz ama henüz görmediğimiz ana rahminde geçirilen zaman da karanlıktı; sıvı zekâ, anne bedeninin sesleri, içinde asılı duran saf fetüs farkındalığı. Bunu bilinçli düzeyde hatırlayamayız ama karanlığa dair en emniyette hissettiğimiz ve aziz tuttuğumuz tecrübelerimiz fetüs haznesini anımsatanlardır: az ışık, su sesi; belki sevgilinin eli, bedeni ya da nefesi (ya da bir köpeğin); çocuklarınızın ya da ailenizin yakınlığı. Bu gece örtüsü benim en teklifsiz alanımdır; burada içerisi ve dışarısının anlamını yitirir; rüyalar birer mesaj ve ilhâma dönüşür; her şey devinimdedir; canlı, gizemli ve belki de tehlikelidirler ama çoğu sadece değişken niteliklerle doludur; cırcırböceklerinin, kurbağaların, ağaçlar arasında esen rüzgârın bir kalp gibi çarpan seslerinden destek alırlar. Kulaklarım, gözlerin egemen olduğu günün soğuk ışığında ardına geçmeleri olanaksız olan ses bariyerini aşar.

Gözler daha öteyi görür mü ya da kulaklar daha öteyi duyar mı? Geceleyin çok uzaktaki sesleri duyarız. Geceleri bulutları, ağaçları, dağları ve nehirleri daha iyi duyuyor muyum? Gerçekten yalnız olduğunuzda, kendi güvenliğiniz adına korku duyma ve duyusal olarak aşırı tetikte olma hallerinin tam sınırındayken ne olur? Ses uzamı genişler mi, esen yel size bir şeyler söylemeye mi başlar, tek bir molekülün anlattıkları ciltlerce kitaba mı bedeldir, hışırtılar ve kıpırtılar katlanarak artar mı? Neden körler öyle olağanüstü iyi duyar ve koku alır?


Herkes uyku ihtiyacının önemini kabul eder. Gece sanki sadece uyuduğumuzda gerçekten içine girdiğimiz bir diyar gibidir. Odalarımıza çekilir ve ışıkları kapatırız. Çoğumuz günbatımıyla birlikte rahatlarız.

Ben geceleri köpeklerle birlikte olduğumda kendimi güvende hissediyorum. Onların tetikte olacağını bildiğimden derin uykuya dalabiliyorum. Bebekler annelerinin kucaklarında derin uykuya dalar. Sevgililer birbirine sarılır, kolları bacakları birbirine dolanır, hem samimi hem de korumacı bir biçimde. İnsan ancak güvende hissettiğinde derin bir uykuya dalar. Uykunun paradoksu da budur. O saatler boyunca bütünüyle savunmasız haldeyizdir, en çok risk altında olduğumuz zamandır bu ama yine de bu saatler sayesinde büsbütün yenileniriz.

Dolayısıyla soyguncular, hırsızlar, tecavüzcüler, katiller, psikopatlar, seri katiller ve hatta ruhlarla ve hayaletlere karşı güvende olmak adına güvenlik görevlilerine, demir parmaklıklara, alarm sistemlerine, çitlere, vahşi köpeklere, sokak lambalarına başvuruyoruz. Derin bir uyku çekebilelim, kendimizi savunmasız bırakabilelim diye.

Bazı yerli halklar elektrik ışıklarının ruhları uzak tuttuğunu söylüyor. Aslına bakarsanız bazıları elektrik ışıklarının ruhların hareketini engellediğini de söylüyor. Ve ruhların bu şekilde sürgün edilmesi dünyamız için iyi değil.

Hayal edebileceğiniz en acayip renk patlamalarıyla gün battıktan sonra yükselen bir dolunayı hatırlıyorum. Ay doğuda yükselirken nasıl da büyük ve turuncuydu. O gecenin tüm gümüşî ışıkları hâlâ hatırımda. Üç kişi bir kulenin tepesindeydik. Çıt çıkmıyordu. Vadinin dışında batıya doğru, ormanlık alandan yükselen tuhaf bir inilti başladı; dalga dalga yayılan, ağıtımsı, son derece hüzünlü ve güzel bir ses. Sanıyorum denizkızlarının şarkısı böyle olmalı; aynı anda hem büyüleyici hem de yürek paralayıcı.

Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştık. Gecenin ilerleyen saatlerinde vadide büyük çatırtılar ve böğürtüler koptuğunda fillerin geri geldiğini anlamıştık. Akşamki ses acaba onlardan birinin sesi miydi? Bu sesi bir kez daha duyduk ve bir daha da hiç duymadık. Ancak bugüne dek fillerin şarkı söylediğine dair bir şey duymadım. Belki de bu tekinsiz sesleri başka bir yaratık çıkarıyordu. Ama kesinlikle insan değildi.


Gecenin bereketli bir devre olduğuna inanıyorum; bu inancın temelinde gecenin, karanlığa muhtaç olan ve bizim gibi gündüzcül canlıların uyanık saatlerinde hiç karşılaşmadığı yaratıklara ve süreçlere ait oluşu da yatıyor. Onlar olmadan biyosfer şimdi olduğu gibi olamazdı zira gece yaşamı ve gündüz yaşamı arasındaki karşılıklı bağlılıklar nerede olursa olsun tüm ekolojiler için elzemdir. Çiftleşmeler, avlanmalar, tozlaşmalar: gece alabildiğine meşguldür. Köyümdeki insanlar ucuz elektrik hakkı için mücadele ediyor. Bense “gece hakkını” savunan aktivistlerin kampanyasına katılmayı yeğlerim.

Gece göğünün elektrik ışıklarıyla kirletilmediği alanları savunan kulis. Onlar gecenin tehdit altında olduğunun ve onu korumamız gerektiğinin farkında. İnsan sağlığına ve doğal ekolojik süreçlere, tozlaştırıcılar ve memeliler ve çiçek açan çiçeklere ve dahası etrafındaki tüm bitkilerin solunum döngülerine zararlı olan ışık kirliliğine karşı mücadele ediyorlar. Elektrik ışıkları, bilhassa da beyaz ışıklar sirkadiyen ritimlerimizi öyle sert etkiliyor ki, stres düzeyimizi arttırarak bedenimizde ve düşünsel kapasitemizde her türlü işlev bozukluğuna yol açabiliyor.

Gece, adına uygarlık denen bu ataerkil teşebbüsün önünde bir engeldir. Dilediğimiz anda bir düğmeye basarak geceyi açıp kapatabiliyor oluşumuz evreni fethettiğimiz yanılsamasını beslemekte. Günümüzdeki gidişata dair yerinde bir metafor olan yok oluşun en uzun gecesi aynı zamanda gecenin yok oluşunu da içermekte. Hiç bu kadar az gece olmamıştı.

İnsan üstünlükçüler için gecenin yok oluşu peşinde koşulan bir hedeftir. Onlar karanlık avına çıkarlar çünkü bilirler ki karanlık yaşam doludur. Yeryüzünü uykudan mahrum bırakan uygarlığın projektörleri sayesinde delilik dört bir yana yayılır.

Geceyi geri getirmemiz şart!

Suprabha Seshan
Çeviren: İnan Mayıs Aru