Gerçeklik Şatosunda Bir Yolculuk – İnan Mayıs Aru

Irmak kıyısında yumurtalarını bırakıp kaçmıştı hilekâr kurbağalar gerçeklik şatosuna. Enselerindeydik, ama yakalamamız bir hayli vakit alabilirdi. Gerçeklik şatosunun öyle çok odası, geçidi ve dehlizi vardır ki bin tonluk bir balinanın bile iyi donanımlı bir düzine avcıdan uzunca bir süre saklanması mümkün olabilir.

Neyse ki bizim yanımızda bir şamanımız vardı. Bir şaman farklı gerçeklikler arasında kontrollü olarak yolculuk yapabilen biridir. Bir şizofren aynı yolculuğu kontrolsüz olarak yapar ve bu tehlikelidir. Tıpkı bir kaydırak tünele atlamak gibi… Tabii çocuk parklarındaki kaydıraklardaki kadar güvenli bir yolculuk değildir yaşayacağın. Neyse, bizim yanımızdaki zaten bir şizofren değil bir şamandı; hangi kapıyı açmamız gerektiğini gayet iyi biliyordu ve açtı (yanlış kapıyı açmak bazı durumlarda ölüm sebebi olabilir).

Karanlık bir çam ormanına girdik. Tanrı Pan’ın az önce- belki de hâlâ- buralarda bir yerlerde olduğunu hissedebiliyordu insan. Dostumuz Şan-şan zemine oturdu ve davulunu usul usul okşamaya başladı. Şamanın yardımcısı oydu. Davul şamanın bineğiydi ve şaman 4/4’lük ya da 9/8’liklerin tepesine binip, dünyanın etrafında sonsuz bir yolculuğa çıkabilirdi. Bizim şaman, ayak tabanına deve dikeni batmış kırmızı burunlu tavşan dansını yaparken yerdeki kurumuş çam yapraklarının altına saklanmış kırmızı şapkalı çayır mantarlarından buldu. Amanita muscaria. Küf kokusu. Pan’ın ayak izleri. Tablo tamamlanıyordu. Mantarlar da bizim vahşi midillilerimizdi.

Bir şaman ya da şizofren değilseniz, geçeklik şatosunda yine de yolculuk yapabilirsiniz. Algının kapılarını açmada size yardımcı olacak, bilinç değiştirici, kadim ruhlu minik bitkiler çağlardan beri şamanların, büyücülerin, gizemcilerin, aşkınların ve günümüzde de – sağ olsun LSD ermişi Hz. Timothy Leary- uzun saçlı, otorite düşmanı, özgürlükçü, işini bilen gençlerin yardım taleplerini geri çevirmemişlerdir. Ve şimdi de kırmızı şapkalı çayır mantarları da şamanın yolculuğuna eşlik etmemiz için bize yardım ediyordu işte.

Şan-şan çoktan yükselmişti ve bin kollu bir tanrı gibi davulun gergin dersini dövüyordu. Neyse ki içinde yol aldığımız tüneli minik ateş böcekleri ve şakacı kelebeklerin kanatlarından dökülen toz aydınlatıyordu. Bazen tünel çok karanlık ve soğuk olur ve itiraf etmeliyim ki bunun beni öldüresiye korkuttuğu zamanlar oldu.

Yol pek uzun sürmedi. Yaşlı ve yorgun bir ağacın oyuk gövdesinden, yemyeşil ve sonsuz gibi görünen güneşli bir çayıra çıktık birer birer. Yalnız Şan-şan geride kalmıştı. O şamanın köprüsüydü. Geriye dönüşü kontrollü ve sorunsuz bir biçimde gerçekleştirebilmemiz için Şiva gibi davulunu dövmeye devam etmesi gerekiyordu. Yazık! Sanırım şu kral kelebeklerini görmeyi en çok o isterdi. Gördüğüm en büyük kral kelebekleriydi bunlar ve nedense bana çocukluğumda gördüğüm bir tavşanın kulaklarını anımsattılar. Aslında tavşanı gördüğümü söylemem pek doğru olmaz. Manyak bir tilki tavşanı bütün bütün yemeye kalkmıştı ve tilkinin çarpık ağzından dışarı fırlamış çırpınıp duran tavşanın kulakları görünüyordu yalnızca.

Koşarak bize doğru gelen iki flamingoya, aptal bakışlı, minik, tombul, yeşil kurbağaları görüp görmediklerini sormaya çalıştık. Ama pek bize yanıt vermeye vakitleri varmış gibi görünmüyorlardı. Eğer onlar bize yaklaşırken yüzüm onlara dönük olmasaydı, tepemizden geçerek bizi çimende çiğneyenlerin iki flamingo değil de bir bufalo sürüsü olduğunu söylerdim. Ama onları gördüm.

Üstümüzü silkeleyip ayağa kalkmaya çalışırken, yine deliler gibi koşarak gelen bir hippogriff sürüsü görünce hemen yere attık kendimizi. Neyse ki bu yarı aslan, yarı kartal, ejderhayla at karışımı şeyler daha kibardılar. Liderleri olduğunu sandığım –sonradan öğrendiğim kadarıyla hippogrifflerin lideri olmazmış, en azından daimi bir liderleri yokmuş, her durum için en uygun vasıfları taşıyan o koşullarda lider gibi davranırmış ve diğerleri de yapılacak en sağduyulu hareket bu olacağından onu izlermiş – bir hippogriff öne çıkıp bize buralarda iki flamingo görüp görmediğimizi sordu.

Ben bizi ezip geçen kaçıklardan intikam alma niyetiyle hemen yerlerini işaret edecekken şamanın bir hareketiyle durakladım. Şaman öne çıktı ve o an için liderliği aldı. Flamingolara soramadığımız kurbağalarla ilgili soruyu sordu hippolara. Evet, görmüşlerdi ve kafalarını çevirdiklerinde hala aşağıdaki nehrin kıyısında onları görebiliyorlardı (ne de olsa bir kartalın keskin görüşüne sahiptiler). Biz de onlara, flamingoların bizi ezdikten sonra, az ilerideki, üzerinde büyü rünleri bulunan iki yosunlu taşın çevresinde üç kez dolandıktan sonra içine girdikleri gizli geçidi gösterdik. Hippogriffler teşekkür edip bize avımızda başarılar dilediler. Gerçekten nazik yaratıklardı. O flamingolarla ne işleri vardı bilmem.

Nehrin yanına varmamız fazla uzun sürmedi. Tıpkı ayda bir adımda altı metre gidilebildiği gibi farklı gerçekliklerde de insan doğru zihinsel donanımlara sahipse çok uzun mesafeleri çok kısa sürede kat edebilir.

Kurbağalar suyun kenarında, yaptığı haylazlığı bilip de yakalanmayı bekleyen afacan çocuklar gibi bizi bekliyorlardı. Yanlarına vardığımızda özür dilemek için vraklayıp, bize su sıçratıp, aptalca şakalar yaptılar. Dördünü de toplayıp ceplerimize koyduk ve nehrin biraz aşağısında çağıldayan kaynağı kullanarak geri döndük.

Şan-şan döndüğümüze bir hayli memnun oldu. Davul çalmaktan yorulmuştu ve gözlerindeki şimşek şimşek enerji tüm gücünü tüketmişti. Kurbişleri getirdiğimize sevindiğini söyleyip uykuya daldı. Kocaman kral kelebeklerinden başka zaman bahsedecektim artık.

Kurbağaları götürüp, ait oldukları yere, nehrin kenarındaki doğal havuzun yosunlu sularına, larvaların yanına bıraktık. Başımıza açtıkları dertler için onlara söylenmedik. Söylensek de bir şey değişmezdi ve neticede keyifli bir yolculuk yapmıştık.

Biz de gidip Şan-şan’ın yanında otlara kıvrıldık. Gözlerim ağırlaşıp uykuya dalarken az ileride şamanı görebiliyordum. Ağacın dibindeki kayada lotus pozisyonunda oturuyordu. Meditasyon yaparken, yüzünde belki de Tibet’te bir manastırda gördüğüm, içinde yeryüzünün tüm yüz ifadelerinin esansı bulunan kavanozun gizemi var gibiydi. Ya da belki tespihli elinde duran, dumanı usul usul havaya süzülen afganın tebessümüydü bu…

İnan Mayıs Aru