Gary Snyder: Kaplumbağa Adası’nda Bir Bodhisattva – İnan Mayıs Aru
Buddhacı literatürde anlatılan bir hikâye vardır: Dört yolcu, uzun süredir koca çölde, yakıp kavuran güneşin altında ilerliyormuş. Sonunda karşılarına yüksek bir duvar çıkmış. Duvarın arkasında ne olduğunu öğrenmek için içlerinden biri tırmanmış ve duvarın ardını görünce bir sevinç nidasıyla diğer tarafa atlamış. Ardından ikinci ve üçüncü de duvara tırmanıp aynı şekilde gözden kaybolmuş. Dördüncü yolcu da duvarın tepesine çıkınca aşağıda nilüferlerle kaplı irili ufaklı göletler ve yemyeşil ağaçlarla dolu cennet gibi bir vaha görmüş. Tam aşağı atlayacakken vazgeçmiş. Duvardan geri inmiş ve karşılaşacağı diğer yolculara bu vahadan bahsetmek üzere çölde yürüyüşüne devam etmiş. İlk üç yolcu Mahayana Budizmi’nde Arhatlar olarak anılan öğrencileri simgeler, dördüncüsü ise bir Boddhisattvadır. Arhatlar kendi uyanışının peşinde koşan, kendileri için Nirvana’ya ulaşmaya çalışan öğrencilerken Boddhisattva ise Nirvana’nın eşiğine gelse de tek bir çimen yaprağına varıncaya dek tüm varlıklar uyanışa ermeden o eşikten geçmeyi kabul etmeyen bir ermişi temsil eder. Her şeyin birbiriyle sınırsızca bir bağlaşıklık içerisinde olduğunu savunan bir öğretide aydınlanma ancak hep beraber mümkün olabilir, aksi takdirde o da başka bir yanılsamadır.
Henüz 15 yaşındayken St. Helen Dağı’na ilk tırmanışının sabahında, Japonya’ya atılan atom bombasının haberini gazetede okuyan Gary Snyder o sabah kendi kendine bir ant içer: “St. Helen Dağı’nın saflığı, güzelliği ve kalıcılığı adına, ömrüm boyunca bu zalim yıkıcı güçle ve onu kullanmak isteyenlerle savaşacağım.” Öyle de yapar. Amerikan şiirinin bu büyük ustası ömrünü ve şiirini varlıkların uyanışına ve yuvamız olan yeryüzünün korunmasına adamıştır.
Snyder’ın yaşamının ve şiirinin ana temasını oluşturacak izlerin bütününü çocukluk ve ilkgençlik günlerinde bulabiliriz. 1930 yılında San Fransisco’da dünyaya gelen Snyder daha 2 yaşında Büyük Buhran’dan etkilenen ailesiyle beraber Washington kırsalına taşınır ve böylece çocukluğunu hemen arkasında bakir ormanların uzandığı bir çiftlikte geçirir. Yedi yaşında geçirdiği bir kaza sonucu dört ay boyunca yatağa mahkûm olur ve bu olayı hayatının gidişatını değiştiren olaylardan biri olarak anar. Yerinden kıpırdayamayan Snyder, o dört ay içerisinde pek çok kişinin 18 yaşına geldiğinde okuduğundan daha fazla kitap okumuş olacaktır. Yaşadığı Washington kırsalı Kızılderili Salish halkının da yaşam alanıdır ve bu dönemde bir yandan Kuzeybatı ormanlarında yaşanan tahribatın sıkıntısını yüreğinde taşıyan genç Snyder bir yandan da doğa ile daha uyumlu bir ilişki ihtimali sunan yerli kültürlerini incelemeye ve onlara saygı duymaya başlamıştır. Yine ilkgençlik günlerinde Seattle Sanat Müzesi’ni ziyareti sırasında Çin manzara resmiyle tanışır ve doğayla bağlarını koruyan yüksek bir medeniyetin örneği olarak Doğu’ya ilgi duymaya da bu yıllarda başlar.
Liseden sonra Reed College’da dilbilim ve antropoloji okumaya başlayan Snyder daha sonra uzun yıllar dostluklarını sürdüreceği ve aynı ekol içerisinde anılacağı Lew Welch ve Philip Whalen’la da burada tanışıp oda arkadaşı olacaktı. Bir yandan üniversite hayatına devam ederken bir yandan da orman kesim işçiliği, orman yolu işçiliği, gözetleme kulesi bekçiliği, gemicilik gibi işlerde çalışıyordu. Bu sert fiziksel emek gerektiren işlerden öğrendiği işçilik nomosu poetikasına da yansıyacak ve ilk kitapları Riprap ve Myths & Texts romantize edilmekten ziyade bilfiil içinde yaşanan bir yabanın derin izlerini taşıyacaktı.
1952 sonbaharında ise Snyder, Berkeley Üniversitesi’nde Doğu Dilleri okumak üzere San Francisco Körfezi’ne taşındı. Burada yine Philip Whalen ile birlikte yaşarken Amerikan şiirinin büyük şairlerinden Kenneth Rexroth’la da tanışmış ve gerek dil gerekse maneviyat yolculuğunda onun rehberliğinden faydalanmıştı. Daha sonra Rexroth, Snyder’ı “yeni bir etik, yeni bir estetik, [ve] yeni bir yaşam tarzı önermesine rağmen, aynı anda birden çok dilin şiirinden ders alan, dilediği malzemeyi kullanabilecek kadar sağlam ve esnek bir stil geliştirmiş başarılı bir teknisyen” olarak niteleyecekti.
Pek çok okur Snyder’ı kendi şiirlerinden ve yazılarından önce Jack Kerouac’un efsanevi eseri Dharma Bums’ın (Zen Kaçıkları) uçarı kahramanı Japhy Rider karakteriyle tanımıştır. Allen Ginsberg’ün meşhur Uluma şiirini de okuduğu gece Six Gallery’deki buluşmada Snyder da “A Berry Feast” şiirini okumuştu ve Kenneth Rexroth aracılığıyla Keroauc, Ginsberg ve diğer Beat Kuşağı üyeleriyle tanıştıktan sonra 1955 ve 1956 yıllarının bir bölümünü Kerouac’la beraber dağlara tırmanarak geçirmişlerdi. Her ne kadar adı genelde Beat Kuşağı ile birlikte anılsa da Snyder, Beatlerin New York çekirdek ekibi içerisinde değil daha ziyade Rexroth’un yanı sıra Lew Welch, Philip Whalen gibi diğer Batı yakası şairleriyle birlikte San Fransisco Rönesansı okulu içerisinde değerlendirilmektedir.
Reed College’dayken Budizm’in temel fikirlerinin yanı sıra Uzakdoğu sanatları ve Doğu geleneklerinin doğayı algılayış biçimleriyle tanışan Snyder, Indiana Üniversitesi’nde antropoloji yüksek lisans çalışması yaparken Zen Budizm’le de tanışmış ve zazen çalışmaya başlamıştı. Zen çalışmalarını San Fransisco’da da ciddiyetle sürdürmesi üzerine 1955 yılında Amerika’nın İlk Zen Enstitüsü tarafından bir yıllık bursla Japonya’ya gönderilmek üzere seçilmişti ancak “komünist olduğu iddiası”yla hükümet pasaportuna el koyduğundan bu yolculuk ancak bir yıl sonra gerçekleşebilecekti. İşte Kerouac’un Dharma Bums’ına konu olan olaylar da bu bir yıl içerisinde geçmektedir.
1956 yılında Japonya’ya giden Snyder orada bir Zen tapınağının baş keşişine İngilizce öğretmenliği yaparken dışarıdan Zen öğrenimine de başlamıştı ve daha sonra başını kazıyıp cübbe giyerek ve keşişlik yeminlerini ederek resmen bir Zen keşişi olacaktı. Snyder 1956 ile 1969 yılları arasını Japonya ve California arasında geliş gidişlerle geçirdi. Bu sırada yaklaşık 3 yıl kadar Japonya’da bir Rinzai Zen manastırında kalarak temel Zen eğitimini tamamladı. Ruth Fuller Sasaki ile Japonca ve Çinceden Budist metinlerin çevirisi üzerine çalıştı.
Zen Budizm, sırf bir tema olarak değil biçemsel olarak da Snyder’ın şiirlerinin temellerinde yer alır. Japon haikuları ve wakalarının karmaşadan uzak yalın doğa tasvirleri ve fazla alegoriye yer bırakmayan doğrudanlığını örnek alan Snyder’ın şiirinin rehberi tutumluluktur. Tıpkı sırt çantası hazırlamak gibi. Gereksiz hiçbir şeye yer yoktur. Çocukluktan itibaren dağlarda geçen bir ömrün yazına yansıması da şüphesiz böyle olacaktır. Dağlar sadece fethedilecek doruklar ya da şiirin Musalarını aradığı ilham kaynakları değil kutsal ibadet yerleridir Snyder için aynı zamanda. Japonya’da geçirdiği yıllarda sırf Zen’le değil Budizm, Taoculuk ve animist inançların özel bir karışımı olan ve dağ ruhlarına ibadet eden münzevi keşişlere özgü Yamabushido inancıyla da ilgilenir ve bu keşişlerin arasına kabul edilen pek az yabancıdan biri olur.
Snyder bir şair olmanın yanı sıra Derin Ekoloji hareketinin ve Biyobölgeselci hareketin Amerika’daki önemli temsilcilerinden biri sayılmaktadır ve şairin ekolojik ve toplumsal meselelere bakışı da Budizm’den ciddi biçimde etkilenmiştir. Budizm’in evrendeki tüm varlıkları, bir ağ üzerine yerleştirilmiş ve her biri bir diğerini yansıtan sonsuz bir mücevherler dizisi olarak gören kozmolojisi ve bu kozmoloji içerisinde tüm varlıkların birbiriyle sınırsız bir etkileşim ağı içerisinde bir bütün oluşturduğu bağlaşıklık (pratītyasamutpāda) anlayışı Snyder’ın etiğinin ve poetikasının omurgasını oluşturur. Ayıdan kır kurduna, böğürtlenlerden çakıl taşlarına tüm varlıklar canlıdır ve birbirleriyle iletişim halindedir. Bu etiğin bir ayağı Asya’nın Buddhacı öğretisi üzerine basarken diğer ayağıysa Amerika’nın ya da daha doğrusu oranın kadim yerli halklarının oraya verdiği ve Snyder’ın da can-ı gönülden benimsediği adıyla Kaplumbağa Adası’nın Kızılderililerinin bilgeliği üzerinde köklenir. 1974’te yayımlanan ve Snyder’a Pulitzer Ödülü getiren kitabı da zaten bu adı taşıyacaktır: Turtle Island.
Antropoloji çalışmalarına ve “yerli” kültürlere dair tecrübelerine dayanarak Snyder mit ve ritüeli doğadaki insanın ve insandaki doğanın temel işaretleri sayar ve şairi yeryüzünden doğan şarkılar ve ilahiler için aracılık eden bir şaman olarak görür. Aslında sırf şairi değil insanın yeryüzündeki yerini, diğer canlılarla ilişkisindeki işlevini şarkılar söylemek ve hikâyeler anlatmak olarak tanımlar Snyder. Bu nedenle de tecrübenin aktarımı noktasında sözlü edebiyat geleneklerine duyduğu hayranlık hiç de şaşırtıcı değildir. Kendi sanatına ilişkin şöyle der: “Bir şair olarak yeryüzündeki en arkaik değerlere sahibim… toprağın bereketi, hayvanların sihri, yalnızlıkla gelen kudretli görümler, korkutucu erginlenme ve yeniden doğuş, danstan gelen aşk ve cezbe, kabilenin ortaklaşa çalışması. Hem tarihi hem de yabanı aklımdan hiç çıkarmamaya özen gösteriyorum ki şiirlerim şeylerin gerçek tartısına yaklaşarak çağımızın dengesizliği ve cehaletinden uzak dursun.”
Japonya’da geçirdiği yıllardan sonra 1969 yılında Kaplumbağa Adası’na kesin dönüş yapan şair 1966 yılında Allen Ginsberg’ün de içerisinde bulunduğu bir grupla birlikte Sierra Nevada Dağlarının eteklerinde aldıkları 400 dönümlük araziye yerleşerek orada Yuba Nehri’nin kenarında evi Kitkitdizze’yi inşa eder. Ömrünün geri kalanında sık sık gezilere çıksa da burası artık onun yuvası olacaktır ve Snyder bu çağda yapılabilecek en devrimci hareketin bir yeri yurt tutarak orayla derin ilişkiler kurmak ve bu bağlar temelinde orayı koruyup kollamak olduğunu söyleyecektir.
Snyder’ın şiirinin temel taşları arasında yer alan hayvanlar, bitkiler, doğa olayları, doğal döngüler ve manzaralar alışık olduğumuz doğa romantizmi yerine doğrudan, somut ve romantik olmayan bir ekoloji vizyonuna dayanır. Snyder bir doğa okuryazarlığını savunur ve ekosistemde kimin kim olduğunu ve bunların arasındaki ilişkileri bilmeyi doğa yazınının temeli sayar. Kendi başına romantik imgeler olarak doğa manzaralarıyla değil bu manzaranın içerisinde yer alan varlıkların yabanıl ilişkileriyle ilgilenir ve ona göre insan da bu varlıklardan biridir. Bu nedenle, “doğa ziyaret edilecek bir yer değil, evimizdir,” der ve şiirleri kelimenin gerçek anlamıyla bir ekopoetika izleği sürer; sadece insan elinin değmediği “doğal” alanların şiirselliği peşinde değil, yuvamız olan “oikos”un nasıl kurulduğu ve nasıl sürdürüleceğinin bilgisi peşindedir.
Bu noktada da Snyder’ın yine Buddhacı bir etiğe dayanarak yuvayla ilişkisini Boddhisatva yeminine dayandırdığını görürüz:
Duyarlı varlıklar sayılamayacak kadar çok da olsa onları kurtarmaya/korumaya ant içiyorum.
Hırs, nefret ve cehalet sınırsız da olsa onları kökünden kesmeye ant içiyorum.
Dharma (evrenin yasası ve fenomenleri) engin ve dipsiz de olsa onları anlamaya ant içiyorum. Buddha (uyanış) yolu erişilmez de olsa, onu tamamıyla gerçekleştirmeye ant içiyorum.
13. yüzyıl Zen ustası Dogen bu yemine şöyle bir ek yapar: “Tüm duyarlı varlıkların, tüm duyarlı varlıkları kurtarmaya ant içmesine yardımcı olacağıma ant içiyorum.” İşte burada söz, kuyruğunu yutan bir Ouroborus gibi kendi üstüne kapanır ve çember tamamlanır. Herkesi ve her şeyi kurtarmaya çabalamanın yerine her şeyin kendisini ve kendisiyle birlikte diğer her şeyi kurtarmaya çabalamasına yardımcı olmak üzere bir adanmışlık, meselelere dair ufkumuzu genişletir. Ve tam bu noktada Snyder buna bir ek yapar: “Tüm duyarlı varlıkların beni, bizi kurtarmasına izin vereceğime ant içiyorum.” Peki, duyarlı varlıklar bizi neyden kurtaracak? Tabii ki kendimizden. Yine Zen ustası Dogen’in sözleriyle: “Uyanış yolunu çalışmak benliği çalışmaktır. Benliği çalışmak benliği unutmaktır. Benliği unutmak on bin türün tecrübesiyle uyanmaktır.” Evet, bir ağacın, bir kuşun, bir derenin beni benlik kuruntumdan kurtarmasına izin vermeksizin; şeyleri benliğimin sayısız süzgecinden geçirmeden, kendi “gerçek doğaları” içinde kavramaksızın onları kurtarmaya niyet eden “Ben” de kim oluyorum ki? İşte Snyder’ın şiiri bize biteviye bu soruyu sorduran, benliğimizin on bin türün tecrübesiyle uyanmasına fırsat yaratan pratikten başka bir şey değildir. Yine şairin kendi sözleriyle “Şiir kartalıdır tecrübenin!”
İnan Mayıs Aru