Ekopoetikaya Giriş – İnan Mayıs Aru

Her dışarının bir içerisi ve her içerinin bir dışarısı vardır ve bu ikisi aslında bir bütünü oluşturur.

Ormanda ağaçların arasında yürürken rüzgâr estiğinde ağaçların iç geçirdiğini söyleyebilirim pekâlâ. Peki, bu ağaçlara insan zihnini yüklemek, onları insanbiçimciliğe maruz bırakmak mıdır?

Bu sorunun doğal öncülü insan zihni ve benliği nedir sorusu olmalı? Şayet benlik dediğimiz şey eylemlerimize yansıttığımız ve bunu da eylemle kendi birliğimizi açıklayabilmek için ürettiğimiz bir kurguysa aslında daha en başta antropomorfizme tabi tuttuğumuz türün kendi türümüz olduğunu söyleyebiliriz. “İnsan” bizim zihnimizin bir kurgusudur.

Peki, ben nerede başlıyorum? Ağaçlar nerede bitiyor? Esen rüzgâr mı yoksa zihnimiz mi?

Chuang Tzu ile dostu Hui Shi göl kıyısında yürürken keyifli bir tartışmaya tutuştular. Chuang Tzu dostuna göldeki balıkların “sevinç içinde” oynaşmasından bahsettiğinde Hui Shi ona “Siz balık değilsiniz ki, nereden bilebilirsiniz balıkların sevincini?” diye sordu. Çetin bir söz düellosunun ardından Chuang Tzu, “Gelin başa dönelim,” dedi, “siz de çok iyi biliyorsunuz benim balıkların sevincini nereden bildiğimi. Bunu ben kıyı boyu gezerken duyduğum kendi sevincimden biliyorum.”

Düşünce ve duygularımızın tümünün ya zihnimizden ya kalbimizden ama illa ki içeriden bir yerden, “kendi”mizden geldiğini varsayarız. İçerisi nerede biter, dışarısı nerede başlar?  Ormanda yürürken, ışığın gelip geçişiyle duyup düşündüklerimin bir kısmının tepe tacı altında büyümek için sırasını bekleyen genç fidanların düşünceleri, tedirginliğimin çalıların arasındaki sansarın tedirginliği, dilime dolanan ezginin şu daldaki alakarganın şarkısı olmadığını nereden bilebilirim ki? Ellerimi şu kızılçamın çatlaklı gövdesine dokundurduğumda o da bana dokunmuyor mu? Düşlerimiz, düşüncelerimiz birbirine karışmıyor mu?

Şimdi bu yazıyı yazdığım makine dünyanın çeşitli yerlerinden çıkarılmış pek çok farklı maden ve mineralin bir bileşkesi, tıpkı benim vücudum gibi. Harflerin bu kristal ekranda belirmesi bu mineraller arasındaki elektrik iletimi yoluyla gerçekleşen ilişkilerin, etkileşimlerin bir sonucu. Benim düşüncelerim, duygularım da öyle, bilinç dediğimiz şey mineraller arasındaki bir iletişimin sonucuysa minerallerin bir bilinci olabileceği fikri neden bu kadar şaşırtıyor bizi? Dağların, kayaların, dinamit patlamalarının kucağında, sallanan kazmaların, toprağı sıyıran kepçelerin dokunuşuyla dünyaları ilelebet değişen cevherlerin, siyanür havuzlarında çökeltilip ayrıştırılan, işlenip bir kalıba dökülen ve bir küpe ya da bileklik olarak vücudumla buluşan altının bilincinin ne kadar farkındayım, o kendi düşlerinin ve kâbuslarının ne kadarını paylaşıyor onu takanın bilinçaltıyla?

Doğa insanın kurgusu mudur? İnsan doğanın rüyası mıdır?

Poiein Antik Yunancada yapmak, imal etmek anlamlarını taşır. Örneğin zanaat erbabının, eliyle çalışan ustaların eylemleri bu sözcükle karşılanır. Dünyayı değiştirip dönüştüren her türlü insan eyleminde bulunabilir poiesis. Aynı zamanda bugün poetika sözcüğünde yaşadığı şekliyle şiiri, trajediyi, komedyayı, destanları, söz sanatlarını da temsil eder. [“Söz” ne kadar elle tutulmaz olursa olsun, dünyayı değiştirme kudretine sahip en somut insan kurgularındandır, bilincin billurlaşarak “dışarı”daki için bilinebilir hâle geldiği temel ifadesidir.]

Platon physis’i (doğa) poiesis’in bir sonucu olarak görür. Dünya mevcut olmadan önce bir ide, bir fikirdir, fikrin kılgıya dönüşmesiyle varlık vücut bulur, demeye getirir. Aristo ise poiesis’i physis’in bir taklidi sayar. Bizler yapıp ettiklerimizde ancak mimesis (taklit) yoluyla doğayı yeniden kurgularız der.

Amazon halkları binyıllardır orman içinde yakıp-açmalar yaparak ve toprağa karbon gömerek “terra preta” adı verilen bereketli toprakların oluşmasında, nehir yatağını biçimlendirerek yağmur ormanı havzasının şekillenişinde en az kuşlar, karıncalar, böcekler kadar aktif rol alıyorlar. Çoğunun dilinde “doğa” için ayrı bir sözcük yok, medeniyetin ayıran zihnini kuşanmamış pek çok başka halkta da olduğu gibi. Göçebeler, yürükler, kabileler, ilkeller için olduğu gibi onların mirasını taşımaya çalışan kimi çağdaşlarımız için de doğa ve insan birbirinden ayrılamaz. Poiesis ve physis biteviye birbirini doğuran yaratım sarmalının iki ayrı görüngüsüdür. Kuyruğunu yutan yılan Ouroborus, tüm varlıkları ve bilinçleriyle “yaşayan dünya”nın, Anima Mundi’nin ta kendisidir.

Heidegger’de poiesis, dünyayla birliğe dayalı bu algının bir yankısı olarak bir “ortaya çıkma”, physis’in bir zuhuratı olarak tanımlanır. Poiesis için bir tomurcuğun açmasını, kozadan bir kelebeğin çıkmasını, kar sularının erimesiyle çağlayanların akmasını örnek verir filozof.

Vadide izlediğin iki şahin yükselen termal hava sütunlarına binerek hiç kanat çırpmadan döne döne yükseliyor göğe. Yeterince yükseldiklerinde ya gördükleri bir avın tepesine binmeye ya da varmak istedikleri bir başka noktaya doğru koyverirler kendilerini, çırpınmasız süzülürler. Uçan kuş mu yel mi? Hava nerede bitiyor, kuş nerede başlıyor? Ne büsbütün iradeden yoksundur bu şahinler, ne de sadece kendi iradelerine bel bağlar. Kendini nehrin akışına bırakmayı bilen yüzücü sürüklenmez, suyun iradesiyle onun iradesi birleşir.

Wei wu wei diyor Taocu filozoflar buna. Edimsiz edim. Yapmaktan ziyade olmak, “oluş” içinde olmak.

Oluşta sınırlar sürekli değişir, esnek bir geçirgenlik halinde biteviye bir dönüşüm içindedir. İnsan orman olur, orman toprak, toprak maden, maden bir bilgisayar. Bilinç bunların arasındaki ilişkilerdedir. Varlık ilişkiler dışında yoktur. Hiç “BİR” özne, çevresinden yalıtık olarak var değildir. Dahası özne ve çevresi sürekli bir ilişki içinde olduğundan bunlardan birbirinden ayrı varlıklar olarak söz etmek de ancak sınırlı bir araçsallık söz konusu olduğunda anlam taşır.

Amerikalı şair ve yazar Gary Snyder “Doğa ziyaret edilecek bir yer değil evimizdir,” der. Peki, tam olarak nereye düşer bu ev?

Oikos, insanın algıladığı, ilişki içerisinde olduğu çevresinin bütünüdür, “Yuva”dır. Belli bir zaman diliminde belli bir alandaki ilişkilerin bütünü “Oikos”u oluşturur. Ekoloji de bu ilişkilerin, insan sözünde dile gelen bilgisinin çalışılmasıdır. Antik Yunan’da Logos yani “kelam” sözün üç türünden biridir. Mythos söylenen ya da duyulan söze, öykülere, masallara, söylencelere denk düşerken Epos bu sözün belli bir düzene göre söylenişi, sözün ritmi, şiiri, ezgisidir. Logos da gerçeğin söz ile dile getirilen bilgisidir. Gerçek bir poetikaya ulaşmak için sözün bu üçlü yapısı bir arada çalışılmalı ve bir yandan da sözün de ötesine geçen bir tefekkürle asla tam anlamıyla ulaşılamayacak hikmet/sophia hedeflenmelidir. Ekopoetikanın yolu ekolojiden ekosofiye uzanan bir yoldur ve bizi yuvaya götürecek daha doğrusu hep yuvada olduğumuz bilgisini derinden kavramamızı sağlayacak yol da yine bu yoldur.

Buddhacı anlayışta uyanış yolunu seçip bu yolda yürüyen ve Bodhisattva olarak adlandırılan kişi yola şu andı içerek koyulur:

Duyarlı varlıklar sayılamayacak kadar çok da olsa onları kurtarmaya/korumaya ant içiyorum.

Hırs, nefret ve cehalet sınırsız da olsa onları kökünden kesmeye ant içiyorum.

Evrenin yasaları ve fenomenleri engin ve dipsiz de olsa onları anlamaya ant içiyorum.

Uyanış yolu erişilmez de olsa, onu tamamıyla gerçekleştirmeye ant içiyorum.

Bu sınırlı olanın sınırsız olana duyduğu engin sevginin dile gelişi ve parçanın bütünü kavramak için duyduğu arzudur. Felsefenin, hikmet sevgisinin temeli de budur. 

13. yüzyılda Japonya’da Soto okulunun kurucusu, Zen öğretmeni Eihei Dogen bu yemine şöyle bir ek yapar: “Tüm duyarlı varlıkların, tüm duyarlı varlıkları kurtarmaya ant içmesine yardımcı olacağıma ant içiyorum.” Söz böylece kuyruğunu yutan Ouroborus olur kendi üstüne kapanır ve çember tamamlanır. Herkesi ve her şeyi kurtarmaya çabalamanın yerine her şeyin kendisini ve kendisiyle birlikte diğer her şeyi kurtarmaya çabalamasına yardımcı olmak üzere bir adanmışlık, meselelere dair ufkumuzu genişletir. Biz doğayı savunmuyoruz, kendini savunan doğanın kendisiyiz. Ve Gary Snyder buna bir ek daha yapar: “Tüm duyarlı varlıkların beni, bizi kurtarmasına izin vereceğime ant içiyorum.”

Peki, duyarlı varlıklar bizi neyden kurtaracak? “Kendi”mizden olabilir mi? Yine Zen ustası Dogen’in sözleriyle “Uyanış yolunu çalışmak benliği çalışmaktır. Benliği çalışmak benliği unutmaktır. Benliği unutmak on bin türün tecrübesiyle uyanmaktır.” Bir ağacın, bir kuşun, bir derenin beni benlik kuruntumdan kurtarmasına izin vermeksizin; şeyleri benliğimin sayısız süzgecinden geçirmeden, kendi “gerçek doğaları” içinde kavramaksızın onları kurtarmaya niyet eden “Ben” de kim oluyorum ki?

Ben diye adlandırdığım kurgu bir ilişkiler çokluğu, bütünüdür aslında. Bu satırları yazan bilinç, ormandaki ağaç oluş ve bilgisayar devrelerindeki mineral oluştan çokça iz taşır; bunlar sıkı bir ağla birbirine örülmüş ortak bir bilinçteki düğüm noktaları olarak anlaşılabilir belki. Ekopoetika, yani yuvayı kuran söz bu ilişkilere kendi sınırlı kurgusunun dışına çıkarak bakma pratiğidir her şeyden önce.

Her dışarının bir içerisi ve her içerinin bir dışarısı vardır ve bu ikisi aslında bir bütünü oluşturur.

İnan Mayıs Aru
Görsel: Scott Laserow