Ecinniler: Zihnin Yabanında Bir Gece – İnan Mayıs Aru

Köy evinin bahçesindeyim. Akşam yeni çöküyor. İnce meşe dallarını dizmişim ateşgâha, günün son ışıklarıyla ateşim yanmaya başlamış. Bahçede yetiştirdiğim yediveren çileklerin yapraklarından topluyorum. Ateşten iyice kararmış, darbelerden yuvarlak formu üzerinde kraterler oluşmuş alüminyum demliğime koyuyorum yaprakları, üstüne su ekleyip ateşin üstüne yerleştiriyorum.

18 yaşımdayım. Liseden sonra üniversiteye gitmek yerine kasabadaki ailemin yanından ayrılıp annemin ninesinden kalma bu bahçeli köy evine taşındım bir başıma. Bahçe, üstünde köy mezarlığının bulunduğu bir tepeye sınır ve bahçeye paralel uzanan köy evi de köyle aramda bir sınır oluşturuyor. Aslında 2 dönüm olsa da tepeye doğru eğiminin kattığı derinlikle çok daha büyükmüş gibi görünen bahçede geçiyor günlerimin çoğu. Bahçe kapısından nadiren çıkıyorum, köylülerimle pek sık görüşmüyorum, dışarı çıkacaksam mezarlığa açılan üst kapıyı kullanıyorum ve oradan da mezarlığın ardında meşelerle ve çayırlarla kaplı, uzanıp giden yumuşak tepelere uzanıyorum. İnsan yüzü görmeden, daha çok ağaçlarla ve kuşlarla konuşarak günler geçirdiğim oluyor.

Kitaplardan ve ansiklopedilerden okudukları arasındaki boşlukları kendi hayal gücüyle doldurup kendince bir şaman inancının kurgusal ritüellerini uygulayan bir yeniyetmeyim. Dört ana yönü, dört ara yönü, göğü, yeri, kendi içimi ve yok-yönü selamladıktan sonra ateşin başında tek ayak üstünde topal çakal dansı yapıyorum örneğin. Ya da uyduruk bir defle başım düşüp kendimden geçene dek yeknesak bir ritim tutturarak bir ağacın kovuğundan yer altı dünyasına açılan geçitte ilerlediğim translara giriyorum.

Bu akşamsa çilek yaprağı çayı içip sabit gözlerle ateşi seyretmekten başka tuhaf bir şey yaptığım yok. Bir Çerkes köyü burası. Beni böyle ateşin başında gören köylü ağabeylerimden biri “Ne yapıyorsun, gözlerini mi dinlendiriyorsun?” diye sormuştu bir keresinde. Dağ başında yaktıkları ateşi seyrederek gözlerini dinlendirirmiş eski zamanlarda Çerkesler. Ateşte gözlerimi dinlendirdiğim günler de gelecek ama ben henüz yeniyetme, delişmen ruhumun derinliklerini harekete geçirmekle meşgulüm ateşin sunduğu hayallerle.

Ateş bu akşam bana ruhun uzak diyarlarından tüyler ürpertici haberler fısıldıyor. Ne dediklerini tam anlamıyorum ama ürperiyorum alevleri izlerken. İçimde bu gece sıra dışı karşılaşmalar yaşayacağıma dair bir duygu var. Birden ateş beklenmedik bir biçimde harlanıyor, odunları aldığım kuruluğun çatısını yalayacak neredeyse yalazları. Parladığı tezlikle yatışıyor yeniden alevler ama hiçbir şey iki dakika önceki gibi değil. İçimde olduğu kadar dışımda da bir tuhaflık var. Bakışlarımı bahçede gezdirince fark ediyorum hayretle, bahçenin ötesi karanlık. Ateşin parlaklığından gözlerim mi kamaştı diye bahçe sınırına, köye açılan kapıya kadar gidiyorum ama köy falan yok ortada, zifiri bir karanlık uzanıyor bahçe kapısının ardında.

Heyecanla hayata koşuyorum – evin önündeki verandaya hayat denir bizde, hayat duvarların arasındaki evde değil de evin dışına açılan alanda başlıyor diye düşünüldüğünden belki de – ve oradaki eski çevirmeli telefona sarılıyorum. Evet, korkuyla karışık bir heyecan hakim gerçekten de duygu dünyama ve telefonda konuştuğum uzaklardaki dostuma korkumla birlikte bunun daha bir başlangıç olduğunu hissettiğimi, bu gecenin tuhaf şeylere gebe olduğunu anlatmaya çalışıyorum. O ise her makul insan gibi beni sakinleştirmeye çalışıyor, bahçenin dışına çıkmamı, tüm bunları benim zihnimde kurduğumu söylüyor. Anlamadığı için sinirlenip telefonu kapatıyorum. Bahçeye çıkıyorum, bahçenin ötesi hâlâ YOK.

Elime kâğıt kalem alıp içinde bulunduğum hâli yazmaya çalışıyorum. Yazmak benim için hep sağaltıcı oldu. 6 yaşımda kendi kendime okumayı öğrenmemi sağlayan şeyin o dönem ailemin düşündüğü gibi zekâyla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum, bu harflerin büyüsüne kapılmaktı. Kimi renklerin büyüsüne kapılır, kimi seslerin. Ben çocukluğumdan beri harflerin efsunlu diyarında buldum içimdeki dile gelmesi güç şeylerin sınırlı da olsa ifade imkânını. Yazmak zihnin tehditkâr yabanının biraz olsun aşina bir yere dönüşmesi demekti. Ama bu gece bu yaban ele avuca sığmamakta kararlı, sözcükler yetmiyor içimde giderek büyüyen karmaşık hisleri kâğıda dökmeye. Buruşturup ateşe atıyorum kâğıdı ve işte yeniden… kâğıdın sağladığı yakıtın yetmeyeceği kadar yükseklere çıkıyor bir anda harflerimi yutan alevler.

Ateşgâhın hemen yanındaki direkte minik FM radyom hep asılı, İstanbul radyolarının çoğu çekiyor köyden. Radyo yayını dış dünyanın hepten yok olmadığını bana hatırlatan tek şey olarak fonda sürekli devam ediyor. O sırada Açık Radyo’da İngiliz post-punk grubu Bauhaus’dan tekinsiz bir ezgi, Bela Lugosi’s Death çalıyor. Vokal “Undead, undead, undead…” diye bağırırken fazladan bir ses katmanı giriyor radyodaki şarkının içine ve radyo aracılığıyla benimle konuşmaya başlıyor bir şeyler: “Biz ölüleriz ve sana doğru geliyoruz.” Gerçekten böyle diyor.

Ateşin başında otururken bir ürpertiyle gerilen sırtım tepedeki mezarlığa dönük ve arkama döndüğümde tepeden aşağı doğru ağır adımlarla ilerleyen beyazlar içinde figürler görüyorum. Kadınlı, erkekli, kızlı, oğlanlı her yaştan insan son derece yavaş ve sakin adımlarla tepeden aşağı doğru geliyor. Hepsi beyazlar giyinmiş, tenleri de beyaza yakın bir tonda. Tehdit etmiyorlar, saldırmıyorlar, korkutmaya çalışmıyorlar, sadece yürüyorlar ama bu bile yeterince korkutucu. Bir yandan bunlar gerçek olamaz diyorum, telefondaki arkadaşımın dediği gibi hepsi zihnimin kurgusu. Ama bir kurguysalar bile son derece gerçekçiler ve ben zihnimin bu kurgularını nasıl durduracağımı bilmiyorum. Uyduruk şaman inancımla bildiğim iki büyük güce yakarıyorum tekrar tekrar: “Gök Baba, Toprak Ana yardım edin bana!”

Karşımdaki kütükte oturan uzun beyaz saçlı, sakalsız, kemikli yüzlü ihtiyar nereden çıktı bilmiyorum ama onun varlığını yadırgamıyorum. Derin bakışlarında bana güven veren bir şeyler var. Ağzını açmadan gözleriyle konuşuyor benimle, sesini kulaklarımda değil zihnimin içinde duyuyorum. Elimdeki ince kızılcık sopasını işaret edip onu iki elimle kavrayıp ritmik bir biçimde yere vurmamı söylüyor. Dediğini yaptığımda tepeden aşağı yürüyen ölülerin durduğunu görüyorum. Beyazlar içindeki bu güruhun en ön sırasındakilerle şimdi aramızda yirmi metre var yok. Yüzlerini seçebiliyorum; donuk, ifadesiz, bana doğru bakıyorlar. Sopayla yeri dövdüğüm sürece yerlerinden kımıldamıyorlar. Bu beni biraz rahatlatıyor ama sabaha kadar sopayı böyle yere vuracak mıyım diye düşünüyorum içimden. Neden sabaha kadar bilmiyorum, öte alemin yaratıkları sadece gecenin karanlığında mı var olurlar?

Düşüncelerimi anlayan ak saçlı ihtiyar yine zihnimde konuşuyor benimle. Gözlerini bir anlığına yerde yürüyen bir böceğe çevirerek dikkatimi ona çekiyor. Sırtı siyah ama ışığın yansımasıyla gökkuşağı gibi parlayan böceklerden bu. İhtiyar, böceği yememi söylüyor zihnimin içinde. Bu kadar da değil, diye düşünüyorum kendi kendime. O böceği de yersem artık tescilli deliyim demektir, belki bu şaman saçmalıklarını bırakıp bir doktora görünmem gerek. Evet, zihnimin bir yanı halen normal işliyor, bunları düşünüyorum ama gördüğüm hissettiğim şeyler, az ötemdeki ölüler ve yanımdaki kütüğün üstünde oturan ihtiyar da diğer her şey kadar canlı ve gerçek. İhtiyar tereddüdümü seziyor. Bana böceği canlı canlı yememe gerek olmadığını, elimdeki kızılcık sopasıyla vurduğumda içinden beyaz etinin çıkacağını, o eti yememin yeterli olduğunu söylüyor. Bir elimle sopayı hâlâ ritmik bir biçimde yere vururken ayağa kalkıp diğer elimle sırtında gökkuşağını taşıyan böceği alıyorum ve oturduğum kütüğün üstüne koyuyorum. Sopayı üstüne vurduğumda gerçekten de içinden minik, beyaz bir et çıkıyor. Eşik artık aşıldı, yapacak bir şey yok, hiç düşünmeden beyaz eti ağzıma atıp yutuyorum. O anda yamaçtaki ölüler de ak saçlı ihtiyar da kaybolup gidiyor, bahçeyi çepeçevre saran karanlık kalkıyor ve köyle birlikte zihnim ve her şey de yerli yerine geliyor.

Bir süre daha ateşi seyredip yaşadığım karşılaşmayı düşündükten sonra içeri geçip uyumaya çalışıyorum. Zihnim hâlâ huzursuz, sabaha kadar dışarıdan gelen tuhaf sesler duyduğumu sanarak defalarca uyanıyorum, sıkıntılı rüyalar görüyorum.

Sabah közleri karıştırarak bahçedeki ateşi tekrar canlandırıyorum, biraz daha çilek çayı yaprağı içtikten sonra, mezarlığa çıkmaya karar veriyorum. Geçen yıl peş peşe kaybettiğim anneannem ve dedemin mezarları da orada. Onları ziyaret edip, topraklarına su döküyorum, kendi dilimde, kendi gönlümden aktığınca dualar okuyorum onlara. Dün gece hiç aklıma gelmemiş olsa da şimdi akşam gelenlerin arasında onların da olduğunu düşünüyorum. Ben tepeden aşağı köy evinin bahçesine doğru inerken ateşgâhın başındaki radyo yine açık ve Selda Bağcan’ın sesinden Nesimi’nin sözleri geliyor yukarıya: “Sırat-ı müstakim üzre gözetirim rahimi, İblis’in talim ettiği yola minnet eylemem.” Ateşin başında yüreğimi hafifleten, içimi yatıştıran gözyaşları döküyorum.

***

Yukarıda anlattığım tuhaf olayları yaşadığımda ne bir sanrı uyandırıcı maddenin etkisi altındaydım ne de akıl sağlığımla ilgili herhangi bir tedavi süreci içerisindeydim. Yalnız başıma yabanda bolca vakit geçiriyordum ve zihnim de her şeyi olağan biçimleri dışında görmeye son derece açıktı.

Biliyorum ki eskinin insanları için böylesi karşılaşmalar sıra dışı sayılabilseler de bütünüyle yabancı değillerdi. Çok değil daha 20-25 yıl öncesinde benim yaşadığım kasabada sırf çocuklar arasında değil yetişkinler arasında da sayısız cin, peri, gulyabani hikâyesi anlatılırdı. Ayakları geriye dönükken yüzü size doğru bakan canlılarla karşılaşma ihtimaliniz hiç de yabana atılmazdı.

Benim ölülerle karşılaştığım köy evinin hemen yanı başındaki taş evde yaşayan Ziya amca, benim maceramdan birkaç yıl önce o tepelerin ardındaki ormana dolaşmaya gitmişti de bütün gece dönmemişti; karısı, çocukları hep onu aramışlardı. Ertesi sabah bir ağaç kovuğunda uyanıp evine dönen Ziya amcanın gece cinlerin düğününe denk geldiğini, efsunlandığını ve oradan ayrılamadığını bütün köy halkı hiç şakasız anlatırdı. Daha sonraları yaşadığım Fethiye’nin bir köyünde de rahmetli Gülsüm teyze, arkadaşlarımızın yaşadığı ve hemen arkasında ormanın başladığı tepede eskiden perilerin toplandığını, davullu zurnalı düğünler yaptıklarını ama nicedir görünmediklerini anlatır dururdu.

Bu kadim ve esrarengiz halklara dair hikâyeler genelde orman sınırında, çölde, açık denizde geçer yani bunlara yabanın halkları diyebiliriz. Kendi kendini idame ettiren, insan tarafından kültüre alınmamış ve yaşamak için insan müdahalesine ihtiyaç duymayan coğrafyalarda insan zihninin ehlileşmiş kısımlarının kolaylıkla kavrayamayacağı varlıklar da yaşar. Bugün bu cinlerin, perilerin hikâyelerini duymuyorsak bunun temel nedeni hem dışarıdaki yabanın günbegün küçülmesi, uygarlık kıskacında minik adalar olarak kalması hem de bununla paralel olarak içerideki yabanın, hayal gücünün kudretli titreşimlerinin de giderek sıradan bir dünyeviliğe teslim edilmiş olması. Hâl böyleyken bu yabanî halklar da bizim dünyamızdan el etek çeker, o küçücük el değmemiş alanlardaki minik kovuklara, zihnin kuytuluklarına saklanır.

Bugün yabanın korunmasından ve yeniden canlanmasından bahsedeceksek, bu yönde adımlar atacaksak söz konusu yaban halkının en güçlü müttefikimiz olabileceğine inanıyorum. Cinlerin, perilerin hikâyelerini yeniden canlandırmadan, onları tepelerimizde düğün dernek kurmaya davet etmeden o tepelerdeki kadim çınarların, vadilerdeki soğuk pınarların da uzun süre yaşama şansı kalmayacak.

Ölüler bir daha görünmediler bana. Belki de o ihtiyar o böceğin etini yememi söyleyerek genç zihnim için tehlikeli olabilecek deliliğimi sağalttı. Ancak dolaştığım ormanlarda, çıktığım dağlarda nerede kadim bir ağaç, saklı bir pınar görsem onların ardında saklanan varlıklar olduğunu duyumsarım hâlâ. Zihnimizin yabanına biraz güvenmeyi öğrenirsek, ondan böylesine korkmazsak onların da aramıza katılmaya, bazen bizi korkutarak ve eşek şakaları yaparak da olsa doğanın sırlarla dolu dilini bize yeniden öğretmeye can attıklarını düşünürüm. Ben de atalarım gibi gözlerimi dinlendiriyorum artık çoğunlukla ateşte ama alevlerin başka diyarlardan sözler fısıldayacağı bir geceyi de bekliyorum heyecanla.

İnan Mayıs Aru
Resim: Ada Soysal

Bu yazı ilk olarak farklı bölgelerde kırsala yerleşenlerin uzaktan kolektif bir üretim süreciyle çıkardığı Kırağı Dergi’nin 1. sayısında yayınlanmıştır.