Bütün Olmak Parça Olmaktır – İnan Mayıs Aru
– Hindistan’da Bir Agro-Ekoloji Eğitiminden Notlar –
Yağmur yağıyor. Ama ne yağmak, ben böyle bir yağmur görmedim, göğün dibi delinmiş derler ya, öyle. Sağımda solumdaki koca hindistancevizi ağaçları rüzgârla dans ediyor. Gecenin karanlığı içinde şimşekler çaktıkça karşıdaki dağların siluetleri aydınlanıyor. Ayaklarıma bakıyorum. Bileğime kadar çamurlu suyun içindeyim. Suda bir şeyler kımıldıyor, ya da bana öyle geliyor. Yılanlar, diyorum. Bata çıka koşmaya başlıyorum. Toprağı alabildiğine kapatmış suyun yüzüne çarpan damlaların şiddetli sesi içinde ileriden insan sesleri duyuyorum. Bağırıyor gibiler. Onlara doğru koşmaya çalışıyorum, şimdi rüzgârla birlik olmuş suratımı döven yağmura direnerek. Tökezleyip düşüyorum. Yüzüm gözüm çamur içinde. Zaten sınırlı olan görüş alanım iyice daralıyor. Yönümü hepten kaybediyorum. Zaten burası neresi, nereden düştüm buraya, ondan da emin değilim. Suda yılanlar var, onu biliyorum. İleride yine bağırışlar duyuyorum, biri bir şarkı söylüyor sanki. Olabilir mi, bu fırtınanın ortasında? Rüzgârın uğultusu içinde nereden geldiğini tam kestiremesem de şarkıyı takip etmeye çalışıyorum yine bata çıka. Hiç değilse bir insan bulmalıyım bu hercümercin ortasında. Buluyorum da! Az ileride suyun içinde oturmuş bir kadın silueti görüyorum, arkası dönük, omuzları bir sariyle kapalı, sırılsıklam. Şarkı ondan geliyor. Biraz daha yaklaştığımda şarkı sandığım sesin içindeki hıçkırıkları, mırıltıları, ilenmeleri seçiyorum. Ayağıma bir şey dokunuyor, sıçrıyorum. Yılanlar var bu suda, biliyorum. Aşağı bakınca ayağıma dokunan şeyi görüyorum. Yılan değil, suyun üstünde yüzen plastik bir şişe, ROUNDUP yazıyor üstünde. O sırada kadının etrafındaki çocuklar beni fark edip “Amma, amma” diyor: Anne! Anne! Anne başını bana doğru çevirdiğinde çakan bir şimşeğin ışığında kucağında yatan adamı görüyorum. Saniyeden kısa bir anda kadının yanağında yağmur suyuna karışmış gözyaşlarını ve gözlerindeki acıya karışmış hiddeti görüyorum. Kadın bir kaplan gibi sıçrıyor yerinden. İngilizce bağırarak üstüme geliyor: “Katil, katil. Katil İngiliz! Katil İngiliz! Katil!” Kıvırcık, kızıl saçlarıma, açık tenime rağmen İngiliz olmadığımı söylemeye çalışmanın bir anlamı var mı? Geriye hamle yaparken tökezleyip düşüyorum. Suda yılanlar var, biliyorum. Korku içinde sıçrıyorum yerimden.
Korku içinde sıçrıyorum yerimden. Neredeyim ben? Bir yatakta olduğumu fark ediyorum, bir ranzanın üst katında. Ayakucumdaki pencerede yeni doğan günün kızıllığı. Karşımdaki ranzada Oliard’ı görüyorum, Zimbabwe’deki Küçük Organik Üreticiler Birliği’nin başkanı. Benim ranzamın alt katındaki Burhan’ın horultusunu işitiyorum, o da Bangladeş Çiftçi Sendikası heyetinden. Üstümdeki incecik battaniyeye rağmen ter içindeyim. Dün gece yağmur sonrası yatağa girerken sıkı sıkıya sarılmıştım oysa battaniyeme. Hem gecemize heyecan katan musonların son ardıllarının etkisi hem de dün gündüz buradaki gençlerin çiftçi intiharlarına dair sergiledikleri çarpıcı tiyatro oyununun etkisiyle görmüş olmalıyım bu kâbusu. Bir de çiftlikte kaldığımız binaya gelirken defalarca uyarılmıştık zehirli yılanlar hakkında.
Hindistan’ın Karnataka eyaletinde, Batı Ghat dağ sırasının en doğu ucundaki Biligiriranga Dağları’nın eteğinde bir doğal tarım çiftliğindeyiz. Kaldığımız binanın hemen arkasında, izinsiz girmenin yasak olduğu milli park ve kaplan koruma alanı başlıyor. Çiftliğin çevresi kaplanlara ve fillere karşı önlem olarak üç metre derinliğinde ve genişliğinde hendeklerle ve elektrikli çitlerle çevrili. Yine de geçen yıl iki kaplan yakalanıp, uyutularak çıkarılmış çiftlikten. Yaban domuzları, karacalar ve zehirli yılanlarsa her gün yanından geçtiğiniz sıradan bir sahne. Tamil Nadu eyaletiyle sınırı oluşturan dağ silsilesinin büyüleyici bir manzarası var ve bu dağlarda geleneksel yollarını ve bilgeliklerini sürdüren onlarca kabile yaşıyor. Önümüzdeki günlerde bu kabile gençleri ve büyüklerinden bazılarıyla da bizzat tanışacağım.
Şimdiyse zihnim rüyanın da etkisiyle çiftliğe gelmeden 2 gün öncesine gidiyor. Uluslararası heyetle Bangalore şehrinde Samvada-Baduku Topluluk Koleji’nde kalıyoruz. Hepimiz buraya uluslararası çiftçi örgütü La Via Campesina’nın davetiyle gelmişiz. Dünyanın pek çok yerinden ama özellikle de Güneydoğu Asya’dan çiftçiler için bir buluşma bu. Bana da Türkiye’de La Via Campesina ile ilişkili, daha önce Arjantin’deki çeşitli çalışmalarına katılmış bir arkadaşım haber verdi buluşmayı. Türkiye’deki ekoloji hareketi üzerine sunum yapabilecek birinin katılmasını da istiyorlarmış ve o da bana teklif etti. Sosyal medya üzerinden bir çağrıyla onlarca insanın maddi desteği sayesinde yol masraflarım karşılandı.
Samvada Koleji, 25 yıldır gençlere cinsiyet eşitliği çalışmaları, yaratıcı ve eleştirel gazetecilik ve sürdürülebilir yaşam yolları gibi konularda eğitim veren küçük bir merkez. Her yıl 16-25 yaş arasında 800 ila 2500 arasında gence eğitim ve diploma veriyorlar. Daha çok kırsaldan kente gelmiş, iş bulamayan gençlerle çalışıyorlar ve onlara ya şehirde onurlu bir yaşam sürdürebilecekleri meslekler edindirmeye ya da kırsala dönerek ekolojik çiftçilik yapma olanağı sunmaya odaklanıyorlar. Hindistan’daki tarım krizinin köklerini, çiftçi intiharlarının boyutlarını ve çiftçi hareketlerinin tarihini ilk kez burada Prof. Aninhalli Vasavi ve Dr. Muzaffar Asadi’nin sunumlarından öğreniyorum.
Çiftçilerin %87’si 20 dönümden daha küçük arazilere sahip ve tarım arazilerinin %40’ı gerçekte çiftçilik yapmayan, İngiliz yönetimi sırasında vergi memurluğu yaparak bu toprakları elde eden ve bugün bir nevi toprak ağası olan insanlara ait. Yeşil Devrim’in Hindistan’a girmesinin ardından tohum, gübre, mazot vs. için çiftçiler sürekli bankalara borçlandırılmış ve şu an borçlarını ödeyemediği için yoğun bir ruhsal çöküntü içerisinde, öz saygısını yitirmiş milyonlarca çiftçi var. Her yıl bu çiftçilerden on binlercesi ailesine bakamadığı ve bir çıkış yolu bulamadığı için intihar ediyor. Benim orada bulunduğum 2015 yılında sırf Karnataka eyaletinde intihar eden çiftçi sayısı 10 bini aşmıştı. 1997’den beri Hindistan’da 300 binin üzerinde intihar gerçekleştiği söyleniyor ancak tam rakamlar bilinmiyor; özellikle bu konudaki haberlerden ve çalışmalardan sonra hükümet bazı çiftçi intiharlarının başka sebeplere bağlı olduğunu iddia ederek rakamları düşük göstermek için elinden geleni yapıyor. İntihar edenlerin büyük çoğunluğu 22-45 yaş arasında, ekseriyetle erkek, daha büyük çapta ticari üretim yapma girişiminde bulunan küçük çiftçiler. Kendini asanlar, demiryoluna atlayanlar falan da var ama büyük çoğunluğu sanki içsel bir protestoymuş gibi tarlalarında kullandıkları tarım ilaçlarını (!) içerek intihar ediyor. İntihar edenler sadece yetişkin çiftçilerle de sınırlı değil, kriz aileleri topyekûn etkiliyor. Prof. Vasavi, daha 2 gün önce bir çiftçinin 10 yaşındaki kızının, okula gitmek için otobüs bileti alacak parası olmadığı için intihar ettiğini anlatıyor.
Kafamda ilk iki günün derslerindeki bu bilgiler ve rüyanın etkisiyle, uluslararası heyetle birlikte kaldığımız binadan dışarı çıkıyorum. Heyette henüz benden başka uyanan yok. Ama binanın önünde tropik ağaçların ve termit tümseklerinin arasındaki patika yolda bir hareketlilik var. Çay geliyor. Burada başka türlüsünü bulamadığınız sütlü ve şekerli sıcak çay gibi insanın içine yayılan gülümsemesiyle Basavaraj’ı görüyorum. Basavaraj çiftliğe ilk geldiğimiz günden beri her ihtiyacımızla yakından ilgilenen, sabahın köründe bize çay getiren, gece battaniyemiz eksik mi diye kontrol eden bir gönüllü. Başta burada çalışan bir işçi olduğunu sanmıştım. Ama bu sabahki muhabbetimiz işin içyüzünü aydınlatıyor.
Rüyanın etkisinden silkelenmek için Basavaraj’ın yanına gidiyorum. Çay değil, sütsüz, şekersiz kahve sevdiğimi biliyor. Dur, diyor, bir termos kahve de getirmiş. İyi uyudun mu, diye soruyor. Rüyamı anlatıp anlatmamakta tereddüt ediyorum ama intihar eden çiftçilerle ilgili bir kabus gördüğümü söylüyorum. Yüzünden bir bulut geçiyor Basavaraj’ın. Ben de ağabeyimi kaybettim, diyor. Anlamıyorum başta, dün abisi ölmüş falan sanıyorum, zihnim bu gerçekliğin bu kadar yaygın ve yakın olduğunu kabul etmek istemiyor sanırım. Hayır, abisi de intihar eden çiftçilerden biriymiş. Kendisi de intiharın ucundan dönmüş. 4 yıl öncesine kadar konvansiyonel tarımla iflasın eşiğindeymiş. Şehre gidip bir fabrikada gece bekçisi olarak işe girmeye hazırlanırken ekolojik üretim yapan örgütlü çiftçilerle tanışmış. 4 yıl önce doğal tarıma başlamış ve şimdi 50 dönüm alanda şekerkamışından, pirince, sebzelerden, zencefil gibi kök bitkilere çeşit çeşit ürünü doğal tarım yöntemleriyle yetiştiriyor ve bankalara borçlarını kapatmış. “El kapısında çalışmaktansa, onurlu bir çiftçi olarak yaşamayı seçtim. İnsanlar için yiyecek üretiyorum ve doğaya zarar vermiyorum. Böyle daha mutluyum.” diyor. O an bir kez daha anlıyorum doğal tarım sadece toprağı, suyu, havayı değil, çiftçinin öz-saygısını da koruyor.
Agro-ekoloji yaklaşımı zaten temelde bunun üzerine kurulu. Tarımsal üretimde ekolojik stratejiler üzerine çalışan bu yaklaşımı organik tarım ya da mevcut diğer pratiklerden ayıran en temel fark sanırım topluluk odaklı bir ekoloji anlayışına sahip olması. Agro-ekoloji çalışanlar, insan topluluklarını doğal sistemlerden ayrı görmeyerek çiftçi topluluklarının da sürdürülebilir, eşit, adil yaşam koşullarına sahip olmasını ekolojik dengenin korunmasının ayrılmaz bir parçası hatta teminatı sayıyor. Ben de burada bunun canlı örneği onlarca çiftçiyle karşılaşıyorum.
Burası Amrita Bhoomi. Daha önce de söylediğim gibi Biligiriranga Dağları’nın eteğinde bir doğal tarım çiftliği. 1980’lerde kurulan Karnataka Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (KRRS) öncülerinden Mahanta Devaru Nanjundaswamy tarafından başlatılmış. KRRS, Karnataka’daki neredeyse tüm çiftçileri temsil eden, tahminen 10 milyon üyesi bulunan bir örgüt. Nanjundaswamy örgütün sadece protesto eylemleriyle sınırlı kalmaması, hayalini kurdukları dünyayı yaratmaları gerektiğini söyleyerek Ebedi Toprak anlamına gelen Amrita Bhoomi’yi 2002 yılında kurmuş. 200 dönümlük bir arazi üzerine yerleşmiş bu çiftlik, çiftçilerin ekolojik yöntemler ve düşük maliyetli teknolojiler temelinde gıda üretimi denemeleri yapıp kendi bağımsız bilgilerini üretebilecekleri ve bunu paylaşabilecekleri bir alan olarak tasarlanmış. Nanjundaswamy’nin ölümünden sonra çiftliğin idaresini devralan kızı Chukki ve İtalyan otonomist hareketi içerisinden gelen eşi Luka bu hayali bir adım öteye taşıyarak burayı özellikle kırsaldaki kadınlar ve gençler için bir dayanışma merkezi haline getirmenin yanı sıra çiftlikteki çalışmaları üç ayaklı bir zemin üzerine oturtmuşlar: agro-ekoloji pratikleri, yerel tohumların korunup çoğaltılması ve akdarı gibi geleneksel temel gıdaların yeniden beslenme rejimine kazandırılması.
Amrita Bhoomi’nin 200 dönümlük arazisinde onlarca çeşit gıdanın birlikte yetiştirildiği bahçelerin yanı sıra tohum üretim alanları, kuraklığa dayanıklı pirinç ve akdarı üretim deneme parselleri, yağlık tohum parselleri, şifalı bitki parselleri ve bir gıda ormanı bulunuyor. Bir kaç aydan bir kaç yıla dek burada kalarak bir nevi stajyerlik yapan genç çiftçiler daha sonra KRRS’nin Karnataka eyaleti içerisindeki diğer örnek çiftliklerine giderek bilgilerini farklı bölgelerdeki üreticilerle paylaşıyor. En az 100 çeşit pirinç ve 40 çeşit akdarı tohumunun yanı sıra pek çok sebze ve meyvenin farklı çeşitlerinin tohumları özenle yetiştirilip saklanarak üreticilere ulaştırılmakla kalınmıyor ıslah çalışmalarıyla bunların patentleri de alınarak tohum çeşitliliği mirası şirketlerin tekelinden kurtarılıyor. İçinde bulunduğumuz iklim krizinin farkında olan hareket, çiftçileri sadece bugün için kurtaracak kısa vadeli çözümlerin ötesinde, kriz koşullarında yerel çiftçi topluluklarını ayakta tutacak çözümler arıyor. Yerel pirinç çeşitlerinin yanı sıra kuraklığa dayanıklı ve binlerce yıldır beslenme rejiminin parçası olduğu halde endüstriyel tarımla birlikte sadece bir yem bitkisine dönüşen akdarı gibi türlere bu nedenle de özel önem veriliyor.
Basavaraj ikinci bardak kahvemi uzatırken başıyla yaklaşan diğerlerini işaret ediyor, “Sizin buradaki varlığınız çok önemli, siz bizim sesimizi bütün dünyaya taşıyacaksınız,” diyor. Başıyla işaret ettiği tarafa baktığımda uluslararası heyetten arkadaşlarımın bazılarını görüyorum. Uyanmışlar, kahvelerini ya da çaylarını almaya geliyorlar. Önde Latin kızlar; Juanita, Ceres ve Valdete. Juanita, Porto Riko’dan genç bir anne ve çiftçi. Amerikan mandası altında, her şeyin dışarıdan geldiği bir adada, bir yandan üniversitede okuyup, bir yandan çocuk büyütürken nasıl büyük oranda kendi kendine yeterli doğal bir çiftlik kurduğunu ve yaşadığı kasabada örnek olduğunu anlatmıştı bize sunumunda. Ceres ve Valdete ise Brezilya’daki meşhur Topraksız Çiftçiler Hareketi MST’den geliyor. Buluşmanın en etkileyici sunumlarından birini yapmışlar, büyük toprak sahiplerinin arazilerini işgal ederek nasıl üretim yaptıklarını ve harekette kadınların nasıl ön planda olduğunu anlatmışlardı. Onların arkasındansa oda arkadaşlarım Burhan ve Oliard’ın yanında Tanzanya’dan Lina geliyor. Grubumuzun iki şen şakrak Afrikalısı Oliard ve Lina otobüsle çiftliklere yaptığımız yolculukta açık mikrofonun başına geçip neşeli sosyalist şarkılar söyleyerek hepimizi coşturmuştu. Oliard’ın kendi sunumunun sonunda eğitime gelen 300 Hintli çiftçi ayağa kalkmış “Viva La Solidaridad” [Yaşasın Dayanışma] sloganları atıyordu ve son gece kabilelerin dans gösterisinin ortasına Oliard çiftçiler tarafından omuzlarda Viva! bağrışlarıyla taşınacaktı. Sırf buranın sesini taşımakla kalmayacaktık döndüğümüzde, dünyanın dört bir yanındaki çiftçilerin sesi birbirine katılıyordu.
Kahvemizi, çayımızı içip hızlıca kahvaltımızı ettikten sonra çiftlikte esas eğitimin yapıldığı alanın yolunu tuttuk. Burada oldukça sıkı bir programımız var. Dersler sabah 8:30’da başlıyor. 1 saatlik öğlen molası ve 15’er dakikalık üç çay molasıyla akşam 19.30’a kadar sürüyor. Bizim uluslararası heyet 30-35 kişiden oluşuyor. Eğitime katılan 300 kadar da Hintli çiftçi var; onlar eğitimin verildiği alanın hemen yanındaki oldukça büyük bir binada yerlere attıkları matlarda yatıp kalkıyorlar. Karnataka’nın pek çok farklı yerinden bu eğitimi almak için gelmişler. Kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar… Üç yüz çiftçi guruji dedikleri adamın ağzının içine bakarak çıt çıkarmadan dersleri dinliyorlar. Eğitimin büyük bir kısmı teorik eğitim ve aslında adamın bitmek bilmeyen uzun anlatımlarından, açıklamalarından, arada her şeyi nasıl yanlış yaptığımız ve yanlış anladığımıza dair azarlarından oluşuyor. Evet, biraz negatif bir tablo çizmiş olabilirim kendisine dair fakat verdiği bütün faydalı bilgilere ve yaptığı faydalı çalışmalara rağmen Subash Palekar’ın derslerinin benim için bazen çekilmez bir hal aldığını itiraf etmem gerek.
Palekar gerçekten de sıra dışı ve ilginç bir karakter. Altmışlarının ortalarında. Ufak tefek bir adam ve insanın içine işleyen delici bakışları var. Çiftçi bir aileden geliyor ve gençliğinde aile çiftliğinin başına geçmek üzere ziraat eğitimi almış. 70’li yıllardan 90’lı yılların başına dek, tam da Yeşil Devrim diye anılan kimyasal gübrelere, ilaçlara ve mekanizasyona dayalı tarımın altın günlerinde çiftliği bu tekniklerle işletiyor. Ancak 90’lı yıllara doğru arazisi yıldan yıla ciddi verim düşüşleri yaşıyor. Palekar da pek çok çiftçi gibi zor günler yaşıyor. Ancak geniş arazilere sahip olmak gibi bir avantajı var ve tam da bu yıllarda arazilerinin belli bölümlerini parsel parsel çeşitli doğal tarım tekniklerini denemeye ayırırken bir yandan da orman ekolojisi ve doğada türlerin nasıl sağlıklarını koruduğu üzerine tez çalışmaları yapıyor. Bugün 20 küsur yıllık tecrübesiyle bir nevi Fukuoka’nın doğal tarım yaklaşımını, permakültürün çok katmanlı ve çok işlevli bahçeciliğiyle birleştirerek ve bunlara kilit öğe olarak da “yerli” çiftlik hayvanlarının dışkı ve idrarından ürettiği bir mikrobik kültürü ekleyerek oluşturduğu bir yöntemi var: Zero Budget Natural Farming – ZBNF (Sıfır Bütçeli Doğal Tarım). KRRS’le yolları nerede nasıl kesişmiş bilmiyorum ama birlikte yaptıkları çalışmalar o kadar etkili olmuş ki şu an tüm Hindistan’da ZBNF uygulayan 3 milyon kadar çiftçi olduğu söyleniyor.
Palekar’ın bunca çiftçiyi etkileyen yanı aslında benim gibi “eğitimli” birini rahatsız eden yanıyla neredeyse tam olarak örtüşüyor. Palekar çok iyi bir hatip, etrafına örülmüş guru halesini reddetmeyerek çok iyi kullanıyor ve halkla onların anlayacağı dilden konuşuyor. Mesela dün dersin bir yerinde toprağa gömülen karbon konusunu işlerken, aslında toprakta saklı kalmayan ve kendimizi kandırmamızdan başka bir işe yaramayan volatil/uçucu karbondan bahsediyordu ve bunu da “Bu tür karbon, kocasına sadık kalmayan kadına benzer,” diyerek açıklamıştı. Eğitim boyunca bu ve benzeri ifadeleri biz uluslararası heyettekileri bazen çileden çıkarsa da Hintli çiftçileri çok iyi yakalıyordu. Bugün de dört yanı açık, üstü gölgelikli efil efil ders salonumuza girdiğimde, ders çoktan başlamıştı ve Palekar yine topraklarını ve kültürlerini sömürmekle kalmayıp onları doğanın yolundan saptıran emperyalist İngilizlere ateş püskürüyordu. Bu altı günlük eğitim boyunca tekrar eden bir temaydı. Ama nasıl olup da konuyu buradan vermikomposta ve solucan gübresine bağladığını başta anlayamadım. Guruji bugün de vermikompostu İngilizlerin bir komplosu ilan ediyordu ve çiftçilere kesinlikle solucan gübresi kullanmamaları gerektiğini anlatıyordu.
Aslında şehirden bu çiftliğe gelirken yol boyunca birden fazla devasa vermikompost çiftliği görmüştüm ve bu Palekar’ın neden bu yönteme böyle hararetle karşı çıktığını açıklamaya yetiyordu. Ama ben yine de öğlen yemeği sırasında kendisini yakalayıp neden vermikomposta karşı çıktığını sordum. Gurumuz tabii ki benim gibi sıradan bir faniye bunu açıklamak yerine kitaplarını okumam gerektiğini söyledi önce ama sonra Hintli çiftçilerden biri olmadığımı hatırlayıp biraz daha ayrıntı lütfetti. Haklıydım bu vermikompost çiftliklerinin tamamı yabancı/İngiliz ortaklı büyük yatırımcılardı ve bu gübrenin organik ve iyi olduğunu düşünen çiftçiler bu sefer de bu şirketlere bağımlı hale getiriliyordu. Ama daha önemlisi kitabındaki ilgili bölümde konuyla ilgili yapılmış bazı test sonuçlarını da gösterdi: büyük çiftliklerde neyle beslendiği belli olmayan (çoğunlukla dev gıda zincirlerinin atık gıdaları) solucanların gübrelerinde civa, kadmiyum gibi yüksek miktarda ağır metallere de rastlanıyordu.
Daha sonra dışarıda genç bir çiftçiyle konuşurken ise ne diyeceğimi bilemedim. Üç yıl önce şehirden köyüne geri dönmüş bu arkadaş tamamen doğal ve ekolojik yöntemler kullanıyormuş ama solucan kompostu da bunlar arasındaymış. “Şimdi guruji sayesinde bunun ne kadar yanlış olduğunu öğrendim,” diyordu. Ama solucan gübresini şirketlerden almıyormuş, kendi çiftliğinde, kendi solucanlarıyla, kendi atıklarıyla üretiyormuş. Bu şekilde yapıldığında hiçbir zararı olmadığını çiftçilere anlatmak çok mu zordu gerçekten emin değilim. Palekar’ın diskuru ya hep, ya hiç üzerine kuruluydu. Bu genç çiftçiye guruji’nin tam olarak bunu kast etmediğini, aslında kendisinin yaptığının zararlı olmadığını anlatmak için epey bir dil döktüm ama ne kadar etkili oldu bilemiyorum.
Öğleden sonraki dersteyse kendi tarım sisteminin en özgün yanlarından biri olan jeevamrutam’ı anlatmaya geçiyor gurumuz. Bu temelde inek dışkısı ve sidiği kullanarak yapılan bir çeşit mikrobik kültür. Palekar’ın sistemi esasen çok katmanlı ve muazzam bir tür çeşitliliği içeren bahçeleri bu mikrobik kültürle besleme prensibi üzerine kurulu. Böylece toprakta ciddi bir canlı faaliyetini harekete geçirerek işin geri kalanını onlara bırakıyor. Aslında bunun dünyanın pek çok başka bölgesinde yapılan farklı örnekleri mevcut. Örneğin buluşmaya Sri Lanka’dan gelen bir biyoloji profesörüyle onların balık artıklarıyla yaptıkları benzer bir formül üzerine konuşuyoruz akşam. Ancak Palekar her zaman olduğu gibi net ve başka olasılıkları dışlayıcı bir dille konuşuyor. Jeevamrutam’ı yerlere göklere sığdıramıyor. Tabii ki bu da Hintli çiftçiler için oldukça etkileyici çünkü jeevamrutam temel olarak inek dışkısına ve sidiğine dayanıyor ve inek burada gerçekten kutsal. Ayurvedik dükkanlarda pek çok hastalığa derman olarak şişelenmiş inek sidiği satıldığını ve insanların bunu gerçekten kullandığını defalarca gördüm. Hintli bir çiftçi için inek üstüne kurulmuş bir doğal tarım yönteminden daha kutsal bir çiftçilik olabilir mi ki? Üstelik Palekar ineklerin de kesinlikle desi (yerli) inekler olması gerektiği konusunda da çok net ve ısrarcı. İngilizlerin inekleri tabiri caizse bir “boka” yaramaz! Yerli hayvancılığı teşvik etmekte haklı elbette adam ama işi biraz abartmıyor mu diye düşünüyorum. Ancak daha sonra yine birebir bu konuyu konuştuğumuzda sonradan melezlemeyle üretilmiş Avrupa inek ırklarının barsak yapılarının nasıl bozulduğunu ve bunun mikrobik kültürü nasıl etkilediğini açıklayan makalelerden bahsediyor. Çiftçilerin kafasını ise bunlarla hiç karıştırmayıp anti-emperyalist olduğu kadar da şovenist ve yabancı düşmanı karışımı bir söylemi tercih ediyor. Adama kızsam mı takdir mi etsem kararsız kalıyorum her seferinde. Bir yandan dersleri dinlerken kafamda bizim ‘guru’lardan, şeyhlerden, hocalardan, imamlardan böyle bir adam çıksa nasıl olur diye düşünmeden de edemiyorum. İslamî terminolojiyle ve halkın dilinden konuşacak ama tarımdan çok iyi anlayan ve bunu bu netlikle ifade edebilecek bir “adam” bizim tüm iyi niyetli, politik bakımdan doğru, kentsoylu ve çoğulcu bir kültürel alışverişe açık permakültür, doğal tarım çevrelerimizden daha etkili sonuçlar alabilirdi tarımsal bir dönüşüm konusunda. Bunun benim ya da bizim harcımız olmadığını çok iyi biliyorum ve neden olabileceği tüm sıkıntılara ve tartışmalara rağmen içten içe bir gün böyle birilerinin de çıkmasını dilediğimi fark ediyorum.
Burada Palekar’ın eğitimi haricinde ZBNF tekniği ile tarım yapan çeşitli çiftlikleri de ziyaret ediyoruz. Gerek Amrita Bhoomi’de gerekse de gittiğimiz diğer çiftliklerdeki sonuçlar gerçekten etkileyici. Permakültür kitaplarında ya da eğitimlerinde bahsi geçen çok katmanlı, gerçek bir ormanı andıran ama gıda üretimi yapılan bahçeleri ilk kez burada kanlı canlı karşımda görüyorum. Hindistan cevizleri, Seylan kaşuları, muzlar, kahve ağaçları, ağaçlardan kalan boşluklarda zencefiller, patlıcanlar, bamyalar, domatesler hep bir arada. İlk bakışta bir çiftlikten ziyade tropikal bir koruyu andırıyor her biri. Hindistan’da bu tekniği uygulayan 3 milyon çiftçinin olduğunu bilmek bile, bazı söylevlerinde ne kadar saçmalarsa saçmalasın Palekar’a saygı duymama yetiyor. Ama bazen gerçekten saçmalık öyle boyutlara ulaşıyor ki daha fazla katlanamayıp bir yarım saat sonra falan dönmek üzere Amrita Bhoomi’nin bahçelerinde dolaşmaya çıkıyorum.
İşte bu gezintilerimin birinde daha önce Bangalore’da tanıştığım birini çiftlikte görüp seviniyorum. Daha ilk görüşte kanımın kaynadığı bu ufak tefek, yüzünden neşe yayılan adamla daha sonra çok yakın arkadaş olacağız, hatta Türkiye’ye beni ziyarete bile gelecek. Dinesh, Bangalore’da Samvada’daki eğitimde tanışmıştık, Amrita Bhoomi’yi de ziyaret edeceğini söylemişti. Derse birlikte dönüyoruz. O da gurujinin saçmaladığı yerlerin gayet farkında ama bu kadar çiftçiyi toplamış olmasını da takdir ediyor. Yine de uzadıkça uzayan Gandhici nutuklara daha önceden epey bir doymuş olacak ki öğleden sonra oda arkadaşlarım Oliard ve Burhan’ı da alarak bizi dersten kaçırmayı teklif ediyor. Bütün gün onun minik arabasında civar köyleri dolanıyoruz. Sorumluluk sahibi Oliard’ın “Yoldaşlar ne zaman döneceğiz,” serzenişlerine rağmen akşama kadar köy tek tekçilerinde şeker kamışı viskisi içiyor, gezgin müzisyenlerin ayaküstü konserlerini dinliyor, tarım işçileriyle lak lak ediyoruz. Amrita Bhoomi masalının biraz dışına çıkıp neler olup bittiğine bir de buradan bakmak iyi geliyor bana. Palekar’ın ve KRRS çiftliğinin ünü tüm civar köylerde duyulmuş elbette. Haklarında kötü konuşan kimseye rastlamadım, herkes etkilenmiş görünüyor son yıllarda çiftlikte olup bitenden. Ama yine de temkinli olduklarını görüyorum çoğunun sonuçlar konusunda. Civarda hiç de doğal tarım yapılmayan onlarca çiftlikle karşılaşıyorum. Kiminde şeker kamışı, kiminde hindistancevizi ağaçları, kiminde pirinç, kiminde zencefil ama hepsi de yeknesak, tek bir ürünün göz alabildiğine uzandığı tarım çölleri. Ziyaret ettiğim ZBNF çiftliklerinde de yetişiyordu bu ürünler ama hepsi yan yana, alt alta, üst üste, bir karmaşıklık meydana getirerek. Biraz rahatsız edici olsa da çok yerinde görünen bir analojiyle bir çiftçi şöyle demişti; “Bir ürün iyi mahsul vermezse öbürü kurtarıyor beni. Burası benim bankam. Ağaçlar tasarruf sandığı gibi, senede bir ürün veriyor, doğanın ve benim emeklerimiz orada birikiyor ve ancak vakti gelince çekiyoruz. Altlarındaki bostansa bankamatiğim, oradan aylık ihtiyacım olanı çekiyorum.”
Kursun son gecesi Biligiriranga Dağları’nda yaşayan çeşitli kabilelerden bir grup ziyarete geliyor ve ateşlerin ışığında, davullar eşliğinde muhteşem bir dans gösterisi yapıyor kabilenin gençleri. Ertesi günse Dinesh beni Milli Park arazisi içindeki Biligiriranga Dağları’na çıkarmayı öneriyor. Bu dağlarda hakikatten bir sürü yerli topluluk kadim bilgilerini ve yaşam biçimlerini sürdürüyor. Dinesh, bizde de böyle yerli toplulukların var olup olmadığını soruyor. Ona Osmanlı’nın son dönemindeki zorunlu iskân politikaları ve Cumhuriyet döneminin modern, çağdaş bir toplum yaratma projesinin son göçer topluluklarının bazılarının kültüründe nasıl onulmaz bir kırılma yarattığını anlatıyorum. Bu dağların en büyük Şiva tapınaklarından birinin olduğu bir köye gidiyoruz. Dinesh bazı köylüleri tanıyor; buralara defalarca gelmiş. İki gün sonra tanışacağım çok özel bir adamla bu dağlarda etnobotanik araştırmaları yürütmüşler.
Dinesh aslında bir bilgisayar mühendisi. Ama Bangalore kırsalında altı kişilik kolektif olarak sürdürdükleri bir doğal tarım çiftlikleri var. Daha sonra tanışacağım arkadaşı Sheshadri ise matbaacı. Düğün daveti, kartvizit, lokanta menüsü gibi şeyler basıyor. Ama esas tutkusu bitkiler ve yerli topluluklarının bilgeliği. Yaklaşık 20 yıldır her fırsatta bu dağlara gelerek kabilenin otacılarıyla ormanda gezilere çıkıyor. Onunla bu dağlarda değil ama yine Gathların daha Doğu’daki bir uzantısının eteklerinde bir tam gün dolaşacağız ve her karşılaştığımız bitkiye dair bilgileriyle, hayvanların ormandaki izlerini sürmedeki ustalığıyla ve hayata alabildiğine duru bakışıyla büyüleyecek. Dahası, Dinesh’ten bu adamın evinin bir odasında kendi özel laboratuvarını kurduğunu ve gezileri sırasında keşfettiği bazı endemik türlerin akademik çevrelerce de kabul gördüğünü, üniversiteden hocaların onunla fikir teatisinde bulunmaya geldiklerini öğrendiğimde şaşkınlığım bir kat daha artacak. Amatör sözünün aslında Latince sevmek ve aşk kökünden geldiğini, amatörün bir işi kazanç için değil aşkla yapan kişi olduğunu bir daha anımsıyorum Shesh’i tanıyınca.
Hindistan’daki son 2 günüm de Dineshlerin çiftliğinde geçiyor. Bu kolektifin bir kısmı Dinesh gibi şehirde işlerini sürdürüp arada çiftliğe gelirken aralarından iki kişiyse sürekli çiftlikte kalıyor. Çiftlikte kalan çiftten erkek olanı Hindistan’da tanınmış bir yazar ve bir Gandhi uzmanı, kadınsa uzun yıllardır feminist ve toplumsal hareketler içerisinde aktif biri. Shesh ve Dinesh’le dağlarda geçen uzun bir günün ardından gece çiftlikte hep beraber oturmuş konuşurken bu hanımefendiden bilginin doğası üzerine mühim bir söylev dinliyorum giderayak. Söyledikleri Amrita Bhoomi’de gördüklerim, Subash Palekar’ın eğitimi, dağlardaki kabilelerin yüzyıllardır aktarılagelen bilgileri üzerine derin düşüncelere salıyor beni.
“Bilginin dört aşaması vardır,” diyor. “Birincisi sezgisel bilgi ki kimileri buna inanç da der. Örneğin Fukuoka’nın ağaçların budanmaması, toprağın kurcalanmaması yönündeki kanaati başta sezgisel bir bilgiye dayanmaktadır. Sonra teorik bilgi gelir. Sezgisel olarak kavradığımız şeyi kavramsallaştırırız; kitapları, doğayı, kendimizi okur ve sezgisel bilgimizi somutlaştırırız. Bundan sonraysa tatbiki-uygulamalı bilgi gelir. Bilgiyi gündelik hayatta uygularız ve sezgilerimizdeki ya da kurgularımızdaki hataları görür, bilgimizi akort ederek geliştiririz. Son olarak da bilginin aktarımı gelir. Bilgi aktarılmadığı sürece akacak yatağını bulamamış, kurumaya ya da bulanıp kirlenmeye mahkûm bir gölcük olarak kalacaktır. Çoğumuz bilginin ilk iki aşamasına vakıf olduğumuz halde pek azımız bilgiyi uygulamaya koyar ve ardıllarına aktarır ve bu nedenle bilgimiz tamamlanmamış bilgi olarak kalır. Bazılarımız da üçüncü aşamayı atlayıp, uygulamaya koymadıkları bilgileri aktarmaya kalkışır, sindirmedikleri bir bilgeliğin öğretmeni olmaya çalışır.”
Akşam ben bu muazzam sözler kafamda dönüp durarak uykuya dalıyorum. Sabah kahvaltıdaysa bu sefer kocası başlıyor anlatmaya: “Biz bilgiye zihnimizle ulaşmaya çalıştıkça ondan uzaklaşıyoruz. Zihin sadece bilgiyi kavramsallaştırmaya yarayan bir araç. Bilginin asıl kaynağıysa zihin değil fiziksel dünya. Aslında bütünün bilgisi her bir küçük parçada mevcut. Tıpkı fraktallardaki gibi bilgi de kendini tekrar ederek genişleyen bir yapıya sahip. Evrenin tüm bilgisi bedenimizde, genetik kodlarımızda saklı. Tek yapmamız gereken zihni biraz susturup bedenin kendi bilgisinin açığa çıkmasına izin vermek. İşte bu yüzden meditasyon yapıyoruz. Kendimizden yola çıkarak dünyayı bilmek, dünyayı parçalarına ayırarak bilmeye çalışmaktan daha kolay.”
Kahvaltıdan sonra Dinesh beni şehre götürüyor. Hindistan’dan dönüş vakti geldi. Bangalore Uluslararası Havaalanı’nda beklerken onca yaşanan şeyin arasında yine Amrita Bhoomi’de kendini bize hizmete adamış, güzel gönüllü Basavaraj’ın gülümseyen yüzü geliyor gözlerimin önüne. İntiharın eşiğinden dönüp onuruyla yaşamayı seçmiş bir çiftçinin sırtıma yüklediği “sesini dünyaya taşıma” sorumluluğunu taşıyorum şimdi. Ursula’nın sözü geliyor aklıma: “Bütün olmak parça olmaktır. Gerçek yolculuk geriye dönüştür.”
Jeevamrutam Tarifi:
200 litre su
10 kg inek dışkısı (taze)
5 litre inek sidiği
1 kg şeker /meyve melası
1 kg nohut, bakla gibi bitkisel protein kaynağı unu
100 gr kendi çiftliğinden toprak
Hepsini karıştırıp saat yönünde 15 dakika karıştırıp üstünü bezle örtün ve gölgede bırakın. Günışığına ve yağmura maruz kalmamalı. En az 48 saat bekletin. Sıcaklık 12 derecenin altındaysa en az 4 gün bekletin. Bu süre zarfında sabah erken ve akşam güneş batarken olmak üzere günde iki sefer birer dakika karıştırın. 2 ya da 4 gün içerisinde jeevamrutam kullanıma hazır olacaktır.
Jeevamrutam hazırlandıktan sonraki 7-14 gün içinde kullanılmalıdır. Dönüm başına 50-200 litre jeevamrutam sulama suyuna ayda bir ya da iki sefer katılarak tarlaya verilebilir. Jeevamrutam’dan en iyi sonucu almak için sıcaklığın 25-36 derece, nemin 65-90% olduğu zamanlarda uygulayın. Jeevamrutam toprak kesinlikle nemliyken uygulanmalı, kuru toprağa uygulanmamalıdır. Bu nedenle kurak bir iklimdeyseniz akşamüstü ya da gece uygulamanız daha yerinde olur. Jeevamrutam’ı tarlaya damla sulama ya da salma sulama teknikleriyle verebileceğiniz gibi bostanda bitki köklerine doğrudan da uygulayabilirsiniz. Bu durumda sebzelerde iki bitki arasına doğrudan 1 çay bardağı, meyve bahçelerinde ise ağacın tepe tacının topraktaki gölge sınırının iç kısmına ağaç başına 2-5 litre şeklinde uygulanır. Jeevamrutam’ın etkili sonuç vermesi için toprağın malçlanması çok önemlidir. Bunun haricinde jeevamrutam ağaç ve sebzelere doğrudan spreyleme ile de uygulanabilir ancak bu durumda 5 litre jeevamrutamın 100 litre su ile seyreltilmesi gerekir; elde edilen seyrelti 4 dönüm alan için yeterli olacaktır. İki spreyleme arasında 3 hafta boşluk bırakılmalıdır.
İnan Mayıs Aru
* Bu yazı ilk olarak farklı bölgelerde kırsala yerleşenlerin uzaktan kolektif bir üretim süreciyle çıkardığı Kırağı Dergi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır.