Acı Ve Istırap Üzerine – İnan Mayıs Aru
Pali Kanonu içerisinde önemli bir yer tutan Majjhima Nikāya Sutta’da Buddha’ya atfen şu sözler aktarılır:
“Zehre bulanmış bir okla yaralanmış bir adam düşünün; arkadaşları ve akrabaları onu iyileştirmek için bir cerrah ararken o kim tarafından yaralandığını, kendisini yaralayanın savaşçı kastından mı, rahip mi, çiftçi mi yoksa en düşük kasttan mı olduğunu öğrenene dek oku çıkarttırmam diye tutturmuş olsun. Ya da, ‘Bu oku atanın soyadını öğrenene dek oku çıkarttırmam.’ desin. Veyahut da, ‘Oku atanın uzun mu kısa mı boylu olduğunu; siyahi mi, koyu tenli mi, sarı tenli mi olduğunu; hangi köyden, kasabadan ya da kentten geldiğini; okun atıldığı yayın uzun mu, kısa mı olduğunu; yayın kirişinin kırlangıç otundan mı, bambu lifinden mi, hayvan sinirinden mi, kenevirden mi yapıldığını; şaftın yabani bir bitkiden mi kültür bitkisinden mi yapıldığını; okun tüyünün akbaba mı, balıkçıl mı, şahin mi tavus mu kanadından alındığını; öküzün mü, mandanın mı, geyiğin mi, maymunun mu siniriyle sarıldığını; temreninin düz mü, çatal mı, demirden mi, dana dişinden mi olduğunu öğrenene dek oku çıkarttırmam.’ desin. Bu soruların tümünün yanıtını alana dek, şüphesiz adam ölmüş olurdu.
Benzer şekilde, dünyanın ebedi mi sınırlı mı olduğu, beden ve ruhun bir mi ayrı mı olduğu, Buddha’nın ölümden sonra da yaşayıp yaşamadığı, dini bir yaşamın neye dayandığı soruları da bizi ilgilendirmez. Bu görüşlerden hangisi benimsenirse benimsensin yeniden doğuş, yaşlılık, ölüm, keder, yas, ıstırap, üzüntü ve umutsuzluk devam eder… Ben bu görüşlere ilişkin hiçbir şey söylemedim çünkü bunlar tutkulardan kurtulmak, huzur ve Nirvana’ya ermekle zerre kadar alâkalı değildir.
Peki, neden bahsettim? Istıraptan bahsettim, ıstırabın nedeninden, ıstırabın ortadan kaldırılmasından ve buna giden yoldan bahsettim. Zira faydalı olan budur.”
Buddha cevabını asla bulamayacağımız soyut sorularla uğraşmayı bir kenara bırakarak hepimiz için en temel meseleyi, ıstırabı ve bunun nasıl ortadan kaldırılacağını ele alır. Peki, Buddhacı öğretide bu kadar üzerinde durulan ıstırap gerçekte nedir? Bunu belki de kaynağa doğru giderek, sözün özünü ve kökünü inceleyerek araştırabiliriz.
Pali metinlerinde “dukkha” olarak geçen sözcük Türkçeye acı, cefa, ıstırap, dert ya da keder olarak çevrilebilecek bir anlam yelpazesine sahip. Bu noktada “dukkha”nın kökenbilimine girmeden önce, bu sözcüğün Türkçe çevirilerinde en sık kullanılan “acı” ve “ıstırap” sözcüklerine bir bakalım.
Genel olarak acı herhangi bir dış etken dolayısıyla duyulan fiziksel bir rahatsızlık olarak tanımlanırken ıstırap ise daha çok insanın daha içeriden hissettiği zihinsel bir keder, üzüntü ve sıkıntıyı anlatmak için kullanılır. Beylik tabirle: acı kaçınılmazdır ancak acının ıstıraba dönüşmesinden kaçınılabilir. Bu kelimelerin kökenleri de benzer bir anlam ilişkisine işaret eder. Eski Türkçeden gelen acı sözcüğü daha ziyade dilde ilk kullanımını tat duyusu üzerinden bulmuş ve o acı tattan bugünkü genişlemiş anlamına ulaşmıştır. Arapça ḍaraba fiilinin mastarı olan ıstırap sözcüğünün kökleri ise “çarpışma” ve bir “iç çatışma” fikrine dayanır.
Pali metinlerinde geçen dukkha sözcüğü Türkçedeki bu her iki anlamı da içerir. Eski Pali metinlerinde gerek ruhsal ve zihinsel çatışma ve sıkıntı hallerini gerekse de fiziksel rahatsızlıkları ifade etmek için bu sözcüğün kullanıldığını görürüz. Budist dünya görüşüne göre dukkha, dünyaya gelmiş olmakla başlar ve ölüme dek sürer. Dukkha’nın köklerine bakarak Buddha’nın acı ya da ıstıraptan bahsederken aslında neden bahsettiğini belki biraz daha iyi anlayabiliriz.
Dukkha sözcüğü Sanskritçe “kötü” ya da “zor” anlamı taşıyan du- önekinin boşluk anlamına gelen –kha köküne eklenmesiyle oluşur. Aynı köke “iyi” ya da “kolay” anlamını taşıyan su- öneki getirildiğindeyse sukha sözcüğü elde edilir: mutluluk, rahatlık, kolaylık.
Boşluk anlamına gelen (ve daha sonra gökyüzü ya da hava anlamlarını da kazanan) “kha” kökünün altı pek çok biçimde doldurulabilir. Ancak yine kelimenin kökenlerine gittiğimizde Sanskritçeye göçebe Aryan kavimlerinin dilinden geçen bu sözcüğün esasen bu topluluklarda at arabalarının dingil boşluğunu ifade ettiğini görürüz. Yani eğer arabanın dingili boşluğa doğru dürüst oturmuyorsa bu sarsıntılı ve kötü bir yolculuk yapacağınız yani acı çekeceğiniz anlamına gelir.
Tao Te Ching’te de şöyle denerek boşluğun önemine vurgu yapılır:
Otuz çubuk buluşur tekerin ortasında
Ortadaki boşluktadır arabanın yararı
Balçıktan çömlek oyarlar
İçindeki boşluktadır çömleğin yararı
Ev yapan kapı pencere açar duvara
Oradaki boşluktadır evin yararı
Yani diyebiliriz ki acı, keder ya da ıstırap hep hayatlarımızdaki boşluğun düzgün kullanılmamasından, onun etrafına yerleştirilmiş millerin dengesizliğinden kaynaklanır.
Buddha, dukkha’nın kaynağı olarak tutkulara – güç tutkusuna, haz tutkusuna ve varoluş tutkusuna – işaret etmişti. İşte dingilin boşluğa doğru dürüst oturmamasının nedeni hep bu bağlardır. Dukkha’dan kurtulmak istiyorsak öncelikle bu bağlardan kurtulmamız gerekir.
Geleneksel pek çok öğreti gibi Hinduizm de dukkha’yı sona erdirmek için Atman’ın yani benliğin ya da ruhun, varlıktaki değişmeyen özü üzerine çalışmaya odaklanırken Buddhacılık dukkha’nın bununla aşılamayacağını çünkü varlığın aslında değişmeyen bir özü olmadığını savunarak her şeyin gelip geçiciliği (Anicca) ve benliksizlik (Anatman) ilkelerine işaret eder.
Varlığın değişmeyen bir özü olmadığı iddiasıyla beraber ele aldığımızda Buddha’nın uyanış öğretisinin temelde anarşist bir öğreti olduğunu da söyleyebiliriz. Zira Antik Yunanca “an-arkhe” kökünden gelen anarşi sözcüğü de değişmeyen bir öz, güç, evrendeki temel ilke olarak “arkhe”nin reddi üzerine kuruludur. Benliksizlik çalışması bir anarşi çalışmasıdır.
Budizme göre uyanış yolunda benlik dediğimiz şey üzerine çalışarak benliksizliği ve her şeyin birbiriyle bir bütün oluşturduğu gerçeğini kavrarız. Zen ustası Dogen’in sözleriyle:
“Uyanış yolunu öğrenmek, benliği öğrenmek demektir. Benliği öğrenmek, benliği unutmak demektir. Benliği unutmak türlü türlü olgunun tecrübesi demektir. Türlü türlü olgunun tecrübesi, kendi bedeninle zihnin ve ötekinin bedeniyle zihninden sıyrılmak demektir.”
Belki de hayatlarımızda rayına oturmayan şeyleri, bize sürekli acı veren o dengesiz boşluğu dengelemenin yolu, hayatlarımızın bizim hayatlarımız olmadığını, benliğimizin diğer tüm varlıkların benliklerinden o kadar da ayrı olmadığını kavradığımız noktada başlayacaktır.
Buddha bu “benliksizlik” çalışması için bugün meditasyon adını verdiğimiz tüm algı, duyu, düşünce ve hülyalarımızın sessiz bir gözlemcisi olarak oturma pratiğini önermişti. Bu oturuş “zihni” susturmanın bir yolu olabilir zira meditasyon esnasında bizim soyut düşünme yeteneğimizin en temel kaynağı olan neokorteks faaliyetlerinin yavaşladığı, dil faaliyetlerini yöneten frontal lob faaliyetlerininse asgari düzeye indiği günümüz nöroloji çalışmalarıyla da ortaya konmuştur. Acıyı fiziksel bir duyum olmaktan çıkarıp zihnimizde kuyruğunu yutan bir yılan gibi sürekli kendi kendini tekrar eden soyut bir düşünceye yani ıstıraba dönüştürmediğimizde hayatın neye benzeyeceğini bir düşünün.
Buddha sözcüğü Türkçeye genelde “aydınlanmış kişi” olarak çevrilir ancak Sanskrit “budh” (uyanmak) kökünden gelen bu sözcük için “uyanmış kişi” demek daha yerinde bir çeviri olacaktır. Peki, neye uyanmış? Rüyaya uyanmış. Zihnin biteviye kurgularına uyanmış. Bizi ıstırabın içine hapseden de o kurgulara sıkı sıkıya tutunmamızdır. Ancak bunların kurgusal doğasına uyanıp da hayatı bir çiçek ya da kelebek gibi zihinsiz, ya da başka bir deyişle frontal lob faaliyetlerimizin esiri olmadan yaşadığımızda kendi Buddha doğamıza da uyanırız. 18. Yüzyıl Japon Zen şairi Ryokan Taigu’nun dediği gibi:
Çiçek kelebeği zihinsiz çağırır;
Kelebek çiçeğe zihinsiz gelir.
Çiçek açar, kelebek gelir;
Kelebek gelir çiçek açar.
Ne ben başkalarını bilirim
Ne başkaları bilir beni.
Bilmeyerek izleriz doğanın seyrini.
“Bilmemek” kurgularımızın esiri, tutkularımızın tutsağı olmamaktır. İşte o zaman boşlukta ve boşlukla beraber hürce devinebiliriz biz de. Yine Zen ustası Dogen’in sözleriyle:
“Rüya, kişinin türlü türlü olguyu uygulama ve tecrübe etme yükünü sırtlanmasıdır. Uyanıklık ise türlü türlü olgunun kişiyi tecrübe etmesidir.”
İnan Mayıs Aru
Görsel: Wat Mahathat, Ayutthaya, İnan Mayıs Aru